"Herkese tavsiye ederim!”

Agos, 16 Kasım 2007

Eylül 2005’te Bilgi Üniversitesi’nde toplanan ‘Ermeni Konferansı’ndaki konuşmasında Hrant Dink söylüyordu bu sözleri:

“Bazen bana soruyorlar. ‘Türkiye’de Ermeni olmak nasıl bir şey?’ Şaşırıyorum, düşünüyorum taşınıyorum, bir türlü içinden çıkamıyorum. Ne diyeyim? Ben de diyorum ki: ‘Vallahi çok güzel bir şey. Herkese tavsiye ederim!’ “

*

Hrant Dink’in kendine özgü zekâsının ve mizah duygusunun eseri bu muzip yanıt o gün salonda bulunan herkesi kahkahalarla güldürse de, Türkiye’de Ermeni olmak, dün olduğu gibi bugün de, sırtınıza vurulmuş bir yumurta küfesiyle yaşamak anlamına geliyor.

Vebali size ait olmaması gereken büyük günahınızı, Ermeniliğinizi, İsa’nın Golgota Tepesi yolunda sırtlandığı ağır çarmıh misali yüklenmiş, çevrenizde nefret ve aşağılama dolu bir kalabalıkla, kendi kişisel Golgota’nızın peşine düşmek…

Türkiye’de bir Ermeni olmak, Kireneli Simun gibi vicdanlı insanların çıkıp sırtınızdaki çarmıhı taşımanıza yardım edeceği günlerin umuduyla yaşamak demek belki de en çok…

Hrant Dink’i kendi Golgota’sına çıkamadan, kendi çarmıhıyla hesaplaşamadan aramızdan aldılar. Çarmıh bugün Agos’un, Dink ailesinin, Arat Dink’in, Sarkis Seropyan’ın omuzlarında.

Geçmişte, o çarmıhla birlikte yaşamanın ne feci bir yazgı olduğunu başkaları da yaşayarak görmüştü.

Onlardan birini; gazeteci, hikâye ve roman yazarı Zaven Biberyan’ı analım bu hafta.


Zaven Biberyan: Edebiyatın peşinde bir çilekeş

İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1941’de, gayrimüslimler Yirmi Kura Askerlik adı altında askere alınırken, Zaven Biberyan da “Anadolu dağlarında, İzmir’den Gürcistan sınırına, Karadeniz’den Adana’ya ve Hatay’a,” Nafıa takımlarında, tam 42 ay çadırlarda konaklıyor, açlığa ve sıtmaya karşı savaşarak çile dolduruyordu.

Ortaöğrenimini gördüğü Kadıköy’deki Saint Joseph Fransız Lisesi’ndeki kültürel ortamın etkisiyle o güne dek Fransızca hikâye ve roman denemeleri yapan Biberyan, o çadırlarda Ermenice kitapları ve sözlükleri hatmederek anadilini geliştirdi. Nafıa takımıyla Akhisar’da bulunduğu sırada tanıştığı Jamanak (Vakit) gazetesi sahibi Ara Koçunyan’ın telkiniyle Jamanak’ta yazmaya başladı. Askerden döndüğünde, yaklaşık kırk yıl sürecek inişli, çıkışlı, maceralı bir edebiyat yolculuğuna adım atacaktı.

1946’da çok-partili rejime geçme çabaları doğrultusunda basın üzerindeki denetim gevşetilince, Biberyan bir grup sosyalist arkadaşıyla birlikte Nor Lur (Yeni Haber) gazetesini kurdu. Türkçe basında, Ermenilerin Nazilere yardım ettiği yolundaki yayınlara tepki olarak kaleme aldığı “Artık Yeter!” başlıklı yazı nedeniyle cezaevine girdi. Serbest bırakılınca, daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılacak olan Nor Or (Yeni Gün) gazetesinde çalışmaya başladı. Bir yazısı nedeniyle yargılanıp beraat etmesine karşın, polisler peşini bırakmıyor, çalıştığı gazetelere baskı uygulayarak işten çıkarılmasını sağlıyordu.

Biberyan bu baskıdan kurtulmak için Beyrut’a gitti ve orada üç buçuk yıl boyunca çeşitli Ermenice gazetelerde çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra Ermenice basılan neredeyse tüm yayın organlarında, Jamanak’ta, Marmara’da, Tebi Luys’ta (Işığa Doğru), Nor Tar’da (Yeni Yüzyıl) çalıştı.

Biberyan, eserlerinde bireyler arasındaki ve bireyle toplum arasındaki çatışmaları ele alıyordu. Romanlarında manevi değerleri aşınmış burjuva sınıfını ve sınıf atlama arzusunu kıyasıya eleştirirken, hikâyelerinde evsizlerin, işsizlerin, yoksulların dünyasına giriyor, okuru İstanbul’un izbe köşelerine, sokak aralarına götürüyordu.

Hazindir, sınıf meseleleri karşısında alabildiğine hassas yazarlık terazisi onu hem mensubu olduğu İstanbul Ermeni toplumunun, hem de ülkenin hâkim güçlerinin nezdinde “istenmeyen adam” yapmaya yetiyordu.

Her satırına sinmiş öfkesiyle, bireysel ve toplumsal düzlemdeki olağanüstü tahlil becerisiyle tam anlamıyla bir başyapıt olan Mırçünneru Verçaluysı’nda* (Karıncıların Günbatımı), ülkedeki siyasi gelişmelerin gölgesinde bir Ermeni ailenin adım adım yok oluşunu anlatır Biberyan. Eleştirmen Marc Nichanian, 1985’te Paris’teki Haraç (İleri) gazetesinde yayımladığı bir makalede bu yapıtı Ermenice romanın doruk noktalarından biri olarak tanımlayacaktır.

Gorki, London, Sinclair, Flaubert, Balzac gibi yazarların eserlerini, Aram Andonyan’ın Balkan Savaşı’nı Türkçeye kazandıran mahir bir çevirmen de olan Biberyan, polis baskısı nedeniyle hiçbir işe giremediği bir dönemde, Mahmutpaşa yokuşunda iç çamaşırı satarak geçimini sağlamaktan da çekinmedi. ‘T’ şeklindeki bir tahta üzerine astığı çamaşırları satarken, kim bilir aklından neler geçiyordu?

Yaşadığı sıkıntıları belki en iyi, dostu Hrant Paluyan’a yazdığı bir mektupta kaleme aldığı şu satırlar dile getirir: “Samimiyetle itiraf etmeliyim ki, bugün, Ermenice yazma kararı vermiş olmaktan ötürü pişmanım. Eğer yirmi yaşındayken bir Ermeni yazarı olmanın ne anlama geldiğini bilseydim, ‘Mademki Ermeni’yim, Ermenice yazmalıyım’ diye düşünüp Fransızcayı bırakmazdım.”


‘Haybehasıl Dırtad’ anlatıyor*

“Duygu mu? Hangi duygu var ulan sizin dünyanızda? Hangi ahlak var? İki kuruş fazla kazanmak için yapmadığınız aşağılık var mı? Sen tüccarsın. Araban var, sen araban için neler feda etmezsin! Karın bir duygu için kürkünü feda eder mi? Bir mücevher için feda etmeyeceği şey var mı? Delikanlı, sen kendini kandırıyorsun. Ne sanıyorsun hayatı? Bono imzalamak mı sanıyorsun? Sen kendinden, işinden, hayatından memnunsun. Hayattan, dünyadan, dünyanın düzeninden. Her şeyden memnunsun. Bu da senin hiçbir şeyden tat almadığını gösterir. Saman gibi adamsın. Anlamaz etmez, bir şey bilmezsin hayatta, bir şey sevmezsin; çünkü hiçbir şeyi lanetlemezsin. Ne sever, ne sevilirsin. Kafandaki sünger işlemeyen cinsten. Hayatın ne rezil bir şey olduğunu aklından geçirmemişsindir… Hastalıktan, ölümden korkmazsın. Sağlığını satın almak için Avrupa’ya bile gidebilirsin. Eğer ölüm kapımı çalarsa, pazarlık eder, bir çek imzalarım dersin, değil mi?”

• Zaven Biberyan, Babam Aşkale’ye Gitmedi, İstanbul: Aras, 1998, s. 93-94.

Hiç yorum yok: