Yeni bir hayat

Agos, 22 Şubat 2008

Yıl 2008. Avustralya, 1910’dan 1970’e dek sistematik asimilasyon politikası çerçevesinde ailelerinden koparılan çocuklar –Çalınmış Kuşaklar– nedeniyle, Başbakan Kevin Rudd’ın ağzından, Aborjinlerden resmen özür diledi.

Başbakan Rudd, 13 Şubat 2008’de parlamentoda yaptığı tarihi konuşmada, seksenini aşkın bir kadın olan Nanna Nungala Fejo’nun hikâyesini anlattı.

Nanna Fejo’nunki, on binlerce hikâyenin içinden bir hikâyeydi. Dört yaşındayken ana babasından koparılmış, yedi yaşındayken kardeşlerinden ayrılmak zorunda kalmış, annesini bir daha hiç görememiş, bütün ömrü bu büyük travmaların getirdiği küskünlükle, en çok da sıcak bir yuva özlemiyle geçmiş bilge bir kadının hikâyesi.

Gördüğü dayanılmaz zulme karşın affetmeyi hiç unutmayan, mutluluğu belki de hiç tatmamış olmanın sızısını yüreğinin derinlerinde hep duyan bu ihtiyar kadın, bugüne dek kendilerine yapılanlar nedeniyle yerlilerden özür dileyen başbakanın kulağına şunları söylemişti:

“Aileler… Onları bir arada tutmak çok önemli. Sevgiyle sarmalanmanız ve bu sevgiyi sonraki kuşaklara aktarabilmeniz harika bir şey. İnsanı mutlu eden budur.”

Ülkede birkaç yıl önce kurulan İnsan Hakları ve Eşit Fırsat Komisyonu’nun kayıtlarında yer alan bir başka yerlinin hikâyesini, aynı oturumda Rudd’dan sonra söz alan ana muhalefet partisi lideri Brendan Nelson aktardı:

“Annem ve teyzemle [ve kuzenimle] birlikte postanedeydik. Bizi bir polis arabasına bindirdiler ve Broome’a götüreceklerini söylediler. Annemleri de arabaya bindirdiler. [Yaklaşık on mil] gittikten sonra durup annemleri arabadan aşağı attılar. Annemlerin sırtına atlayıp onlardan ayrılmamak için ağlamaya başladık. Fakat polisler bizi ayırıp arabanın arka tarafına attı. Annemler ağlayarak arabanın ardından koşmaya, bizi takip etmeye başladı. Arabanın arkasında çığlıklar atıyorduk.”

‘Many Voices’ (Bir Sürü Ses) adlı sözlü tarih çalışmasında Faye Lyman, yaşananların ardından hissettiklerini şu şekilde ifade ediyor:

“Şahsen, insanların ‘Özür dilerim Faye’ demelerini değil, anlamalarını istiyorum. Babamdan ayrılmak çok acıydı. Ah, kalbimi kırdı. Babam bana, ‘Baban için çok zor ama yetkililer seni benimle bu nehir kıyısındaki çadırda bırakmayacaklar. Sen küçük bir kızsın ve başkalarının bakımına muhtaçsın,’ dedi. Bunu söylediğini hatırlıyorum ve ben ağladım. ‘Hayır babacığım’ dedim, ‘sen bize bakıyorsun!’ (…) İnsanların özür dilemesini istemiyorum. Sadece acıyı anlamalarını istiyorum, ayrıldığımızda neler olduğunu ve toplumun bize ne yaptığını… Anlatamam. İnsanın canını çok yakıyor.”

Avustralya yerlilerinin yarası derin ve sızlamaya devam ediyor. On binlerce hayat heba edildi. Binlerce Aborjin uyuşturucu ve suç batağına saplandı. Bugün yerlilerin ortalama yaşam süresi diğer Avustralyalılardan 17 yıl daha kısa. Yani vaziyet hiç de iç açıcı değil… Yine de, bir adım atıldı. Dermana giden uzun yolun sonundaki umudu görmek artık mümkün. Avustralya devleti, önceki hükümetlerin sürekli baskı altında tutup aşağıladığı yurttaşlarını “anlamak” için çaba göstermeye başladı.

Orada, uzaktaki kıtada, yeni bir hayat başlıyor.


(Fotoğraf: Nanna Nungala Fejo şükranını giydiği tişörtle ilan ediyor)

Özür

Agos, 22 Şubat 2008

12 Şubat tarihli ‘International Herald Tribune’dan:

• 1951: Batı Almanya Başbakanı Konrad Adenauer II. Dünya Savaşı’nda Yahudilerin soykırıma uğraması nedeniyle devleti adına özür diledi.

• 1988: ABD Kongresi, II. Dünya Savaşı sırasında ülkenin içlerine sürülen ABD vatandaşı Japonlardan özür dileyen bir yasayı kabul etti.

• 1990: Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı’nda esir alındıktan sonra katledilen Polonyalı subaylar nedeniyle Polonya halkından özür diledi.

• 1992: Güney Afrika Cumhurbaşkanı F. W. Klerk, apartheid rejimi altında beyaz azınlığın şiddetine maruz kalan 30 milyon siyahtan özür diledi.

• 1998: Kanada hükümeti, geçmişte baskı altında tuttuğu, zorla yatılı okullara kapatıp asimile ettiği yerlilerden özür diledi.

Özür dilemek bir erdemdir. Bir başına geçmişte işlenen suçların üzerine sünger çekemez belki ama benzer acıların gelecekte yaşanmayacağının teminatıdır. Bugün hâlâ pek çok devlet geçmişte işlediği suçlarla yüzleşmekten kaçınıyor; özür dileme, üzüntü beyan etme basiretini gösteremiyor. ABD, Afrikalı köle ticareti veya Kızılderililere yapılanlar konusunda daima suskun kaldı. Japonya, 1930’lu yıllarda işgal ettiği Çin’de giriştiği katliamlar, Fransa ise Cezayir’de işlediği suçlar nedeniyle bugüne dek özür dilemeye yanaşmadı.

Tarihinde benzer olayların hiç yaşanmadığı bizzat cumhurbaşkanı ve başbakanı tarafından ilan edilen ve bu yüzden özür gibi mekanizmalarla uğraşmasına asla gerek olmayan bir ülke de vardı ama adı aklıma gelmiyor.

Avustralyalılaşmak

Agos, 22 Şubat 2008

Avustralya’nın yerli halkından dilediği resmi özürle ilgili olarak Türkçe gazetelerde yapılan haberler, “Kabahat samur kürk bile olsa kimse sırtına almaz” atasözünü hatırlatmıyor mu?

Gazetecilerimiz Avustralya hükümetinin bu büyük insanlık trajedisi karşısındaki tutumunu yorumsuz, başka coğrafyalardaki başka dramlarla hiçbir bağ kurmadan verdiler. Belli ki bu özür ve Avustralya’nın Aborjinlerin sosyal, eğitimsel ve ekonomik yönden sahip olduğu dezavantajları zaman içinde ortadan kaldırmak için girdiği taahhütler, kimsenin zihninde Anadolu topraklarında yaşanmış acılarla paralellik kurmasına yol açmadı. Türkiye basını –meseleyi Milliyet Pazar’daki yazısında kaleme alan Can Dündar istisna– yine havalara bakıp ıslık çalmayı tercih etti.

Dündar, yazısının bir yerinde şunları söylüyordu:

“Tabii itirazlar oldu. ‘Atalarımızın yaptıkları için niye biz özür diliyoruz?’ diyenler çıktı. ‘Kaçırılan çocuklar, ailelerinin yanında büyüyenlerden daha iyi koşullarda yetiştiler’ diyenler oldu. ‘Bugün özür dileriz, yarın topraklarını ya da tazminat verilmesini isterler’ kuşkuları doğdu.”

Tanıdık, değil mi?

Belki de asıl soruyu geçen haftaki Agos’taki karikatürüyle Aret Gıcır sordu:

“Avustralyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?”

Cevap için aceleye gerek yok. Sabır ve metanet gerek. Güç olacak, pek çoğumuzu belki canından bezdirecek ama bir cevap verilecek.

Rosa Luxemburg’a selamla söylemek gerekirse, ortada iki seçenek var: Avustralyalılaşacağız ya da barbarlaşacağız!

Başörtüsünün düşündürdüğü

Agos, 15 Şubat 2008

Başörtüsü tartışmaları sırasında çokça kullanılan birtakım klişeler üzerine düşünmek ve onların tarihsel olgular karşısındaki geçerliliğini test etmek, sorunun kaynaklarını, çözüm olasılıklarını makul bir zeminde konuşabilmek açısından elzem görünüyor.

Kız öğrencilerin üniversiteye başörtüsüyle girmesinin rejimi tehlikeye atacağı fikrinde olanların, “Ortaçağ karanlığı geri gelecek! Şeriat istiyorlar!” feveranıyla gönderme yaptığı durumun Osmanlı-Türkiye tarihinin hangi aşamasına tekabül edebileceği üzerine kafa yorduğunuzda, manzaranın pek de yansıtıldığı gibi olmadığını görüyorsunuz.

Osmanlı Devleti, evet, yüzyıllarca şeri hukukun geçerli olduğu bir idareye sahipti. Ancak, Osmanlı topraklarında uygulandığı şekliyle İslam Hukuku’nun, bugün gözümüzün önündeki İran veya Suudi Arabistan türü şeriat rejimleriyle hiçbir ilgisi olmadığını, Osmanlı idare, hukuk ve toplum yapısının mutlak bir teokrasi olarak adlandırılamayacağını, aksine, zamana, coğrafyaya ve koşullara göre esneklik gösteren özgün bir karaktere sahip olduğunu teslim etmek gerekir.

Modernleşme kuramı ve ulus-devlet ideolojisi çerçevesinde yazılan tarihimiz geçmişe bakışımızda türlü çarpıklıklar yaratıp doğru terimlerle konuşmamızı engellediği içindir ki gerçek bir tartışmaya giremiyor, tıpkı başörtüsü meselesinde olduğu gibi, karşımızdakini hırpalamayı marifet sayıyoruz.



Hangi aydınlık, hangi karanlık?

Modernleşme kuramının temel özelliklerinden biri olan doğrusal tarih anlayışı, tarihsel gelişmeyi, geçeceği safhalar ve ulaşacağı nokta önceden belirlenmiş bir süreç olarak görür. Az gelişmiş toplumlar “ilerleme” yoluyla modern toplumların kat ettiği yoldan geçecektir. Tarihin böylesine tek çizgili olarak değerlendirilmesi, tektipleştirici bir modernizm algısına yol açar. Hedef bellidir, muasır medeniyet seviyesine ulaşılacaktır; toplum bu hedefe ulaşmak için dönüşmelidir; aksi yöndeki her türlü direniş anında bastırılmalıdır.

Yukarıda kabaca tasvir edilen modernleşmeci bakış, hayatın çeşitliliğinin bu resme sığmayacağını göz ardı ediyor.

Bugün, “ortaçağ karanlığı”ndan dem vuran fikir ve siyaset erbabı, başörtüsünün rejimi değiştireceği kaygısını duyan kesimin reflekslerini harekete geçirmekten medet umuyor. “Aydınlık” cumhuriyetin toplum üzerinde onyıllardır baskı uyguladığını ve tepeden inme modernleşmeciliğin bu baskıcı ulus-devlet ideolojisinin payandası olduğunu görmezden geliyor.

Üç kıtaya yayılmış, çok dinli, çok dilli bir imparatorluğun doğrudan şeriat hükümleri doğrultusunda yönetildiğini savunmak, tarihi bilmemekle açıklanabilir mi?

Osmanlı hukuku elbette Kuran’ı temel alıyordu. Ancak, genellikle kanunların Kuran hükümlerine uygun olup olmadığının tespit edilmesiyle sınırlı olan bu rabıta, hayatın bütününü kuşatıcı bir nitelik arz etmiyordu.

Osmanlı toplum hayatında dinin yeri önemliydi. Ancak dinin toplumsal yapının tek belirleyeni olduğu savı gerçeklikle bağdaşmıyor. Anadolu’nun bir köyünde yaşayan bir zanaatkârın iktidarla ilişkisi salt dini temeller üzerinde açıklanamaz. Üretim ilişkileri çevresindeki toplumsal örgütlenmeler, gündelik hayatı düzenleyen normlar ve hukuki düzenlemeler de din kadar önemlidir. Osmanlı bağlamında, şeri hukukun Kuran’dan çok daha geniş bir alanı kapsadığını söylemek yanlış sayılmaz.

Sultanın ve divan-ı hümayûnun yetki alanındaki kurallar, yani örfi hukuk, ihtiyaçlara uygun düzenlemelerle, hem imparatorluğun değişen koşullara ayak uydurmasını sağlar, hem de günlük yaşamın gereklerine uygun yasalar üretir. Bu yasalar, büyük bir coğrafi alana yayılmış farklı unsurlara sahip imparatorluğun, ahalinin gözündeki meşruiyetini yeniden ve yeniden sağlayıcı nitelikte olmalıdır.

Osmanlı hukuk sisteminin yerel uygulayıcısı konumundaki kadılar, merkezi otoriteyle halk arasında bir tür aracı konumundadır. Kadılar, örfi hukuku uygular, ahali arasındaki anlaşmazlıkları çözümler, adi suçlarla, aile hukukuyla, mirasla, evlilikle, boşanmayla, vakıflarla, vergilerle, mal fiyatlarıyla ilgili meselelerde karar alır.

Toplumsal yaşantının her veçhesini sarmalayan böylesi geniş bir alanda şeriat idaresinin geçerli olduğu zehabına kapılmak, ancak Osmanlı realitesinin çarpık bir şekilde algılanmasıyla mümkündür.



İki kaynak: Gayrimüslimler ve kadınlar

Osmanlı hukuk sistemi, gayrimüslimlerin kendi millet yapıları içerisindeki yargı kurumlarına tâbi olmaları esasına dayanıyordu. Buna göre, Rum ve Ermeni patrikhanelerinin ve hahambaşılığın, cemaatleri üzerinde hukuki yetkisi vardı; bu yetkinin kullanılmasını dini kurallar ve geleneksel normlar belirliyordu.

Ancak dini kurumların cemaatleri üzerindeki hukuki iktidarı mutlak değildi. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalar, sözgelimi Najwa Al-Qattan’ın Şam kadı sicilleri üzerine yaptığı çalışma, 18. ve 19. yüzyıllarda Hıristiyan ve Yahudi ahalinin de davacı, tanık, aracı, alıcı, satıcı, vâris vs. olarak binlerce kez kadı karşısına çıktığını gösterdi. Al-Qattan’ın çalışması, ‘zimmi’ statüleri nedeniyle bazı haklardan mahrum olduğu bilinen gayrimüslimlerin, davalarını İslami mahkemelerde açmaktan çekinmediğini, hatta bazı konularda çıkarlarına uygun olduğu için kendi cemaatlerinin değil, kadının adaletine başvurduğunu gösteriyor.

Avrupa-merkezli modernleşmeci tarihyazımı, uzun yıllar kadınların İslam coğrafyasında, sosyal ve ekonomik olarak adeta köle konumunda bulunduğunu aktardı. Günümüzdeki çalışmalar, bu Oryantalist bakışın da ciddi hatalara sebebiyet verdiğini ortaya koyuyor. Ronald C. Jennings’in Kayseri kadı sicilleri üzerine yaptığı araştırmalar, 1600-1625 gibi görece erken bir tarihte dahi, kadınların yaşadıkları yörenin sosyal ve ekonomik hayatına katıldığını, hukuki davalarını görmek için kadıya bizzat başvurup haklarını aradığını gösteriyor.

(Bkz. Najwa Al-Qattan, “Dhimmis in the Muslim Court: Legal Autonomy and Religious Discrimination,” International Journal of Middle East Studies 31(3), Ağustos 1999, s. 429-444; Ronald C. Jennings, “Women in Early 17th Century Ottoman Judicial Records: The Sharia Court of Anatolian Kayseri,” Journal of the Economic and Social History of the Orient 18(1), Ocak 1975, s. 53-114.)

(Fotoğraf: ARA GÜLER)

Gayrilaik ülkede laik hezeyanlar

Agos, 8 Şubat 2008

Gündelikçi Fatma Hanım’ın başını örtmesinde bir sakınca yok. Zaten okuma yazmayı bile zor sökmüş, bu yaştan sonra üniversiteye gidecek, milletvekili seçilecek değil ya!

Oysa, Fatma Hanım’ın saçını süpürge edip okuttuğu kızı Emine, başını örttüğü için, ÖSS’de dereceye bile girse üniversitede okuyamaz.

Beri tarafta, Fatma Hanım’ın temizliğe gittiği Yılmaz ailesinin kızı Kübra, üniversiteyi İngiltere’de okuyup başını örtebilecek.

Mantık bu mu? Laiklik böyle mi korunacak?

Bugün Türkiye’de laiklik sorunu, Türkiye’nin laik olmaması sorunudur. Devletin, dinsel alandaki iktidarını kimselere bırakmaması anlamına gelen jakoben laiklik anlayışının iflasının sonucudur.

Camiye girerken ayakkabılarınızı çıkarırsınız. Rejim, üniversiteleri, genç kızların okul kapısında başörtülerini çıkarıp içeri girebildikleri ‘laik cami’lere dönüştürdü. O gencecik kızlar, laiklik dininin farz ve sünnetlerini eda eylemeleri için ‘ikna odaları’na alındı, inançları gereği başlarını örtenler peruk takmaya zorlandı. Velhasıl, onların fikirsel ve bedensel bütünlüğü ihlal edildi.

Başörtüsü sorunu, ulusalcıların totaliter eğilimlerini iyice açığa çıkardı. Ecevit ve Baykal’ın askerin siyasetteki gölgesi gibi davranmaları, sivil değil militarist olmaları, sorunu kangrene dönüştürdü.

Yasağın kaldırılması yönündeki toplumsal talebi, %47’lik seçim başarısının rüzgârını ardına alan AKP dillendiriyor bugün. Parti, böylece hem tabanının arzusunu yerine getiriyor, hem de şiddetli ulusalcı tepkilerden mağduriyet devşirerek puan topluyor.

Oysa AKP, özgürlükçü laiklik konusunda bugüne dek hiç de iyi sınav vermedi. Zorunlu din dersleri kaldırılmadı, cem evleri hâlâ ibadethane olarak tanınmıyor, Sünni İslam’ın Diyanet İşleri Başkanlığı dimdik ayakta, vs…

Türkiye’de siyaset… Fikirler değil, pozisyonlar çarpışır; filler tepişir, çimler ezilir.

Sosyal güvenlikte ‘reform’!

Agos, 8 Şubat 2008

AKP, birkaç yıldır ‘Sosyal Güvenlik Reformu’ adı altında yürüttüğü çalışmaları, sendikaların, kitle örgütlerinin, bazı siyasi partilerin yoğun eleştirilerine aldırmadan sürdürüyor.

‘Reform’ sözcüğü, “bir şeyi daha iyi duruma getirmek için yapılan değişiklik ve düzeltmeleri” anlatır. Ancak hükümetin “kamunun yeniden yapılandırılması” ve “sağlıkta dönüşüm projesi” sloganları çerçevesinde yürüttüğü Sosyal Güvenlik Reformu, sosyal politikalardan doğrudan etkilenen orta ve dar gelirli gruplar açısından olumlu bir açılım getirmiyor.

Büyük basın, çalışmalar hakkında hükümet tarafından zaman zaman yapılan açıklamaları yayımlamakla yetiniyor. Meselenin üzerine gitmekten, üzerindeki yaldız bir fiskede dökülen bu sakil ‘reform’ hakkında söyleyecek sözü olanların seslerini duyurmalarına aracı olmaktan kaçınıyor.

Hükümet, devletin sağlık alanından bütünüyle çekilmesini hedefliyor. Halbuki sağlık, yurttaşlar, hele hele yoksullar için eşitlik ve hak temelinde erişilebilecek bir kamu hizmeti olarak düzenlenmeli. Zira, salt piyasa kurallarının belirleyici olacağı bir sağlık sistemi korkunç sonuçlara gebe. Asgari ücret düzeyinde, hatta daha az geliri olan milyonlarca insan, sağlık sorunları karşısında hiçbir güvenceye sahip değil.

‘Reform’un bel kemiğini oluşturan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Yasası’nın pek çok maddesi, geçtiğimiz yıl Anayasa Mahkemesi tarafından reddedilmişti. Anayasaya aykırı hususların ortadan kaldırılması amacıyla hazırlanan yeni yasa taslağı Kasım 2007’de Meclis’e sunuldu. Ancak, anayasaya aykırı pek çok düzenleme taslakta aynen korunuyor. Sendikalar, sosyal güvenlik reformuyla ilgili aşağıdaki hususlara dikkat çekiyor:

• Hükümet, devlet hastanelerini uzun vadede satmayı planladığı için yıllardır sağlığa yatırım yapmıyor.

• Devlet ve üniversite hastanelerinde döner sermaye uygulaması, sosyal güvenlik şemsiyesi altındaki yurttaşları birer müşteriye dönüştürüyor. Hastanelerin kendi giderlerini karşılaması anlamına gelen döner sermaye, sağlık kurumlarının, kâr etmek zorunda olan birer şirket mantığıyla yönetilmesi sonucunu doğuruyor.

• SSK’ya ilaç alımında büyük kolaylık sağlayan SSK İlaç Fabrikası’nın kapatılması, hastaları, tekelleşme eğilimindeki özel ilaç firmalarının insafına terk ediyor.

• İşsizlik Fonu’nda biriken işçi ve işveren primleri 30 milyar YTL’ye ulaştı. Bu paranın bugüne dek ancak % 4’ü kullanıldı. Hükümet, işsizlik sigortasını hayata geçirmekten ısrarla kaçınıyor; üstelik, fonda biriken parayı işverenlerin kıdem tazminatı yükümlülüklerini karşılamak için oluşturulacak Kıdem Tazminatı Fonu’na aktarmak istiyor.

• Geçmişte, yatarak tedavi gören hastalardan katılım payı alınmıyordu. Ancak taslak, yatan hastaların tedavi bedellerinden dahi katılım payı alınacağını öngörüyor. Üstelik, bu düzenleme yeşil kartlıları da kapsıyor.

• Oluşturulması istenen Kıdem Tazminatı Fonu, çalışanların işten çıkarılmaları karşısındaki en büyük güvencelerinden biri olan kıdem tazminatını maaşlara ekleyerek, hem kıdem tazminatının ödenmesini gerçekte neredeyse imkânsız kılıyor, hem de işten çıkarmayı kolaylaştırıyor.


‘İstihdam paketi’ kadın çalışanın emzirme odasına bile göz dikiyor

Hükümet, geçtiğimiz aralık ayında, istihdam artırmaya yönelik bir paket hazırladığını duyurdu. Pakette, kıdem tazminatının kaldırılması, belli sayıda kadın çalıştıran işyerlerinde emzirme odası ve kreş bulundurma, eski hükümlü çalıştırma gibi zorunlulukların kaldırılması, 18-29 yaş arası yeni istihdamda 5 yıl süreyle sigorta priminin devletçe ödenmesini öngören düzenlemeler yer alıyor.

Türkiye’deki çalışma koşullarını biraz olsun bilen herkes, düzenlemenin aşağıdaki sonuçları doğuracağını görebilir.

• 150’den fazla işçi çalıştıran işyerlerinde bir emzirme odası ve kreş bulundurma zorunluluğunun kaldırılması, “Çocuklu kadınlar çalışmasın, evlerinde otursun” demektir.

• 18-29 yaş arası çalışanların primlerinin beş yıl boyunca devlet tarafında ödenmesi, hem 30 yaş üstü işsizliği artıracak, hem de işe giren gençlerin beşinci yılın sonunda kapı dışarı edilmesine neden olacaktır.

• Kıdem tazminatının kaldırılması, çalışanların sudan sebeplerle işten çıkarılmasını kolaylaştıracaktır.

Bu değişikliklerin istihdam yaratacağı inancının ardındaki mantığı anlamak gerçekten güç.

(Fotoğraf: ARA GÜLER, Taşlıtarla pil fabrikasında iki kadın işçi, 1959)

Çokları teke indirmek

Agos, 1 Şubat 2008

Farklı toplumsal, etnik, siyasal gruplardan tek bir bireymiş gibi söz etmeye alışmışız. İçselleştirdiğimiz, farkına dahi varmadığımız ayrımcılıklardan biri de bu.

Her biri farklı meşrepte, farklı dünya görüşünde binlerce insanı muhayyel gruplar halinde ele alıp, onlara şu ya da bu değeri atfetmekteki telaşımız, kolaycılığımızdan, düşünce tembelliğimizden mi? Etnik kimlikler: Ermeniler, Türkler, Araplar, Fransızlar…

Onlara Ermeni, Türk dememizden veya onların kendilerine Arap, Fransız demesinden başka, kuşatıcı, kapsayıcı hiçbir niteliği olmayan, basbayağı inşa edilmiş etnik kimlikleri, tek bir amaç etrafında kenetlenmiş, ortak bir iradeye sahip, homojen bir bütün olarak görmemizin sebebi, ulus-devlet ideolojisinin biçimlendirdiği bireyler olmamız değil mi?

İrademizden bağımsız bir şekilde içine girdiğimiz, adeta içine doğduğumuz, bu yönüyle siyasi görüşten ve hatta dinden farklı bir yanı olan etnik kimliklerin tek başına bir anlam ifade ettiğini savunmak, milliyetçilere özgüdür. Hal böyleyken, şu ya da bu etnik gruba mensup olan insanların şu ya da bu şekilde davranmalarını, belli bir siyasi tavrı paylaşmalarını beklemek ne kadar gerçekçi, ne kadar adil?

Türkiyeli azınlıkların ayrımcılığa uğradığı alanlardan biri de maalesef bu. Sadece negatif anlamıyla ayrımcılıktan değil, kimi zaman iyi niyetli çabaların sonucu olan farklı ayrımcılık türlerinden söz ediyorum. Geçtiğimiz günlerde Birgün gazetesinden yükselen bir çağrıyı, bu düzlemde ele alabiliriz.

Susmak ya da susmamak

Yurt dışında olduğum için, 18-19 Ocak’ta İstanbul’da Hrant Dink anısına düzenlenen anma toplantılarına katılamadım. Gönlüm buralardaydı ama internet sitelerini takip ederek İstanbul’daki havayı koklamakla yetinmek zorundaydım. Birkaç gün sonra döndüğümde, çevremdeki herkesin o iki güne dair izlenimlerini dinlemeye gayret ettim.

İstisnasız herkes, Arundhati Roy’un konuşmasının güzelliğinden, Agos’un önünde toplanan kalabalıktan, Lütfi Kırdar’daki gecenin etkileyiciliğinden söz ediyordu. İstisnasız herkes, cumartesi günkü kitlesel anmanın şıppadak bitirilmesinden, podyumdan kalabalığı “yöneten” sesin hoyratlığından, sloganlara izin verilmediğinden şikâyetçiydi.

Hrant Dink’in de yazarlarından biri olduğu Birgün’de yayımlanan Ulaş Gürpınar imzalı bir açık mektup, basında bu şikâyetlerin dile getirildiği ilk yazı oldu (“Çığlık atan bir mektup”, http://www.birgun.net/bolum-70-haber-57423.html). Gürpınar, Hrant Dink’e hitaben yazılmış mektubunda, o gün Agos önünde toplanan pek çok insanın ortak duyarlılığını dile getiriyordu. Mektupta, kitleden yükselen “Katil devlet hesap verecek!” sloganına, kalabalığın içinden “Saygısızlar, serseriler!” karşılığı verenlere sitem ediliyor, geçen bir yılda adaletin tecelli etmesini engellemek yollu bütün devletlû çabalara karşın hâlâ sessiz kalmakta diretenler eleştiriliyordu.

Gürpınar’ın “Suskunluk sürerse düşen çok olur” sözleriyle dile getirdiği hassasiyeti sonuna kadar paylaştığımı belirteyim. Ben de onun gibi, susmamamız, adaletsizliğe çığlıklarımızla meydan okumamız gerektiğini düşünüyorum.

Yine de, Gürpınar’ın mektubunda beni rahatsız eden bir şey var. Üstelik o “şey”le yüzleşmediğimiz müddetçe, çığlığımızın boğuk bir ses olarak kalmaya mahkûm olacağını hissediyorum. Çünkü bu rahatsızlığın kaynağı olan algılama sorunu, Türkiyeli muhalif çevreler üzerinde hâkim olan bir ön-kabule, bir tür yanlış anlamaya işaret ediyor.



Davayı anlamamak!

Gürpınar, Hrant Dink’e hitaben yazıyor:
Acımıza biraz daha acı katan ise, biz seni milyonlara anlatmaya çalışırken, senin içinden geldiğin insanların davamızı anlamamış olması oldu. (…) Tam da senin karşısında olduğun şeyi yaptılar yine. Cemaat bir tarafta, diğerleri bir tarafta, ‘serseri’ olan en diğerleri ise başka tarafta andı seni. ‘Artık sessiz durmayın’ dediğin insanlar, biz slogan attıkça kötü kötü baktılar bize.
Birkaç hatırlatma yapmak istiyorum.

Türkiye Ermenileri ve diğer gayrimüslim topluluklar, belli bir siyasi yönelimi olan gruplar olmadı hiçbir zaman. 1923’ten bu yana hiçbir siyasi gücü, örgütü, sözcüsü bulunmayan Ermeni toplumunun öncelikli amacı, bugün hâlâ, Türkiye’nin eşit yurttaşları olarak kabul edilmek.

Hiçbir etnik grup, bir tornadan çıkmış insanlar topluluğu değil. Ermeni toplumu da, köylüsü, kentlisi, işçisi, patronuyla, farklı grup ve çıkarları içinde barındırır. Ancak Ermeniler, hangi toplumsal kesime mensup olurlarsa olsunlar, Ermeni olmaktan kaynaklanan bir ayrımcılığa maruz kalma riskiyle de daima karşı karşıyadırlar.

Yine de, Türkiye toplumunun etkilendiği her şeyden direkt etkilenen, aynı ‘Andımız’ı söyleyerek büyüyen, aynı televizyon programlarını seyreden, aynı “siyasetsizleştirilmiş” yaşamı paylaşan bir azınlık grubundan, sırf Ermeni oldukları için yekpare, keskin bir siyasi tavır bekleyemezsiniz.

Hrant Dink, Agos ve Ermeni toplumu içerisindeki çeşitli bireyler, içinden çıktıkları cemaatin suskunluğundan şikâyetçi olup gidişatı değiştirmek adına seslerini çıkardılar, çıkarıyorlar. Agos’un 12 yıllık tarihi bu mücadeleye tanıktır. Yine de, bu tavrı, on yıllarca baskı altında yaşamış küçük bir cemaatin bütün üyelerinden beklemek gerçekçi değil.

Cumhuriyet tarihinde ilk kez, Ermeni kimliğini sırtına yüklenerek hem kendi küçük toplumuna hem de tüm Türkiye’ye söz anlatmaya çalışmış bir aydının ensesine sıkılan kurşunlarla öldürülüşünün ardından, “Ermeni”lerden sarsılmaz bir siyasi irade beklemek, Ermeniliğe sahip olmadığı değerler yüklemektir.

Anma toplantısına katılan “bazı” Ermenilerin slogan atan gruplara yan gözle bakması eleştirilebilir elbette. Nitekim, Aris Nalcı, geçen haftaki Agos’ta benzer bir eleştiriyi, toptancı kalıplar kullanmadan pekâlâ yapabilmişti. Ermenilerin içinde bulunduğu ruh halini anlamadan, bu eleştiriye girişmek etik değildir.

Korkmak için çok haklı gerekçeleri olan, tehditler altında her sabah 3000 kadar çocuğunu kapısında “... Ermeni Okulu” tabelaları olan okullara göndermeye devam eden, kiliselerinin camları kırılan bir azınlık grubunu, “davamızı anlamamakla” itham etmek, en hafif tabirle hakbilmezliktir.

Nihayetinde, kalabalık dağılınca, Kurtuluş’un ‘Bozkurt’, ‘Türkbeyi’, ‘Savaş’ ve ‘Ergenekon’ sokaklarında, beyaz bereli “komşu”larıyla baş başa kalacak olanlar, yine o insanlardır.

Saraya da almışız, nazır da yapmışız!

Agos, 25 Ocak 2008

ABD’nin Irak işgalini protesto etmek için düzenlenen bir gösteriye katılmak üzere arkadaşlarla Kadıköy’e geçiyoruz. Vapurda, arka sıramızda oturan sendikalı bir işçi grubunun konuşmasına kulak misafiri oluyorum; onlar da aynı gösteriye gidiyorlar. Haydarpaşa’ya yanaştığımız sırada, içlerinden biri konuşuyor:

“Şu binaya bak, bunu da Ermeni mimarlar yapmış.”

Dikkat kesiliyorum. Konuşma nereye varacak?

Bir anlık sessizlik. “O da bir şey mi? Dolmabahçe’yi, Beylerbeyi’ni bile onlar yapmış” diyor içlerinden biri. Bir başkası, “Osmanlı zaten bunları saraya almış, en üst makamlara getirmiş, milletvekili yapmış, hariciye nazırı bile yapmış…” Sonra, neredeyse hep bir ağızdan, “Bir de utanmadan, ‘Bize soykırım yaptı’ diyorlar. Osmanlı seni baş tacı yapmış, sen kalkmış soykırım diyorsun!”

Payımı alıyorum. Sendikalı olduğu, Irak’taki işgali protesto eden bir gösteriye katıldığı için, belli bir siyasi bilince sahip olduğunu sandığım bir grup işçinin bu derinlikli analizi karşısında şaşkınım. Milliyetçiliğin nelere kadir olduğuna, yükselen bayrak direklerinin dünyaya sınıf penceresinden bakanların dimağını bile nasıl dumura uğrattığına hayıflanmaktan başka şey gelmiyor elimden.

Geçtiğimiz hafta sonu, Türkiyeli göçmenler tarafından kurulmuş örgütlerin düzenlediği üç ayrı Hrant Dink anmasına katılmak üzere Almanya’da, Frankfurt, Köln ve Berlin’deydim.

Frankfurt’ta, Hrant Dink’i var eden koşulları, Türkiyeli Ermenilerin hal-i encamını dinleyenlere aktarmaya çalışırken, Türkiye’de hiçbir toplumsal kesimin, bu arada solcuların da, Ermeni meselesiyle gereğince yüzleşmediğini söylediğim için bazı dinleyicilerin tepkisiyle, sitemiyle karşılaştım. Yanda, biraz bu meselenin üzerine gitmek istiyorum.



Ermeni meselesi ve solun özeleştirisi

Türkiye toplumunun baskın çoğunluğu Ermenileri on yıllardır, ‘azınlık’, ‘Hıristiyan’, iç-’dış tehdit’, ‘ihanet’, ‘ASALA’, ‘(sözde) soykırım’ kodları üzerinden okuyor. Bu dar bakışın dışına çıkma potansiyeli taşıyan küçük bir grup ise, ne yazık ki, ‘topik, meze, dolma, vişne likörü’ nostaljisinin serinleten gölgesinde demlenmekten fazlasını yapmıyor.

Türkiyeli Ermeniler, bugün artık cümle âlemin malumu haline gelmiş sistematik baskılardan ve ayrımcı uygulamalardan olduğu kadar, bu “yanlış okumaların” yahut “suskunlukların” getirdiği yalnızlaşmadan da mustariptir.

Türkiyeli “sağcı” için Ermeni, “öteki”nin, hatta, frene basmadan söylemek gerekirse, “düşman”ın vücut bulmuş halidir. İttihatçı-Kemalist-Milliyetçi-İslamcı-Türkçü tarih kurgusunun çizdiği Ermeni resmini burada uzun uzadıya tarife hacet yok. Bu kurgunun Türkiyeli Ermenilerin özgür yaşam hakkı karşısında ciddi bir tehdit oluşturduğunu akılda tutmak yeterlidir.

Türkiyeli “solcu” için Ermeni, sağcınınki kadar basmakalıp bir fotoğraf vermez belki, ama onun da milliyetçi akıl tutulmasından azade olduğu söylenemez. Bu etkinin zayıfladığı yerlerde dahi, sorunlu bir Marksist okuma girer devreye. Ermeni, diğer bütün gayrimüslim topluluklar gibi, emperyalizmin, kapitalizmin Osmanlı topraklarına nüfuz etme aracı, aracısıdır, komprador burjuvazidir. 1915 ise, bu işbirlikçi burjuvazinin yerli sermaye tarafından elimine edilmesidir!

Türkiye solu, mesele Ermeniler veya gayrimüslim azınlıklar olduğunda sınıfsal yaklaşımın pusulasını yitirir, ethnie’yi öne çıkarır. Cumhuriyet seçkinleri tarafından pompalanan “Adalar’da Modalar’da eğleşen, zengin gayrimüslimler” karikatürünün buradaki etkisi herhalde yadsınamaz. Gayrimüslim topluluklar içerisindeki sınıfsal çelişkiler böylece buharlaşmış olur, “Bütün Ermeniler, Yahudiler vs. zengindir” zehabı gerçeklik kisvesine bürünür.

1915’ten önce Anadolu’nun dört bir yanına dağılmış olarak yaşayan, dağlısı, köylüsü, işçisi, devlet görevlisi, ayakkabıcısı, terzisi, balıkçısı, varsılı ve yoksuluyla, Müslüman ve gayrimüslim komşularının yanında heterojen bir topluluk meydana getiren Ermenileri, aslen Ritter ve Conu adlı iki Alman mimarın elinden çıkan Haydarpaşa Garı’na bakarak, hassa mimarlarına, sarraflara, Hariciye Nazırı Hallaçyan Efendi’ye indirgeyen zihniyetin Türkiye solunda (da) hâkim olduğunu görmezden gelmenin, böylece özeleştiriden kaçınmanın kimseye hayrı olmadığı açık.

Yapılan Hrant Dink anmaları, onun geniş toplum kesimleri tarafından, en çok da Türkiye’nin solcuları, sosyalistleri tarafından sahiplenilmesi elbette günümüzün yüz ağartan gelişmelerinden biri. Ancak, her siyasi grup kendi örgütsel ve her birey de kendi kişisel tarihi açısından Ermeni meselesinin muhasebesini yapmadığı takdirde, bu sahiplenmenin samimiyetine dair şüphe gölgelerinin çevremizi sarması kaçınılmaz.

Geçmişle yaşamanın, geçmişe hapsolmanın kimseye bir yararı dokunmayacak elbet. Ancak, Türkiye’nin bugünü ve yarını için söz söyleyebilmek için, dönüp dönüp geçmişin aynasına bakmakta, hayatın hırgürü içerisinde bozulmuş façamızı düzeltmekte sonsuz yarar var.

Shalechet

Agos, 25 Ocak 2008

Yüksek duvarlarla çevrili, gittikçe daralan, nihayet uzakta bir yerleri karanlıkta kalan bir boşluk, bir koridor. Zemine dağılmış binlerce yuvarlak metal levhada çığlık atan, bağıran, dehşet içinde binlerce yüz.

Kimi bir çocuğu, kimi bir yetişkini andıran, her birinin ifadesi diğerinden farklı binlerce çehre, binlerce insan, binlerce yaşam. O koridorda yürümeniz, cennetle cehennem arasında kalmaya mahkûm edilmiş o irili ufaklı yüzlerin üzerine basarak ilerlemeniz gerek.

Ne kadar çaba gösterirseniz gösterin, ne kadar uğraşırsanız uğraşın, kaçış yok; her adımınız bir bağırtıya dönüşüyor. Ayakkabılarınızın metalle her teması, yüksek duvarlara çarpıp feryat figan bir müziğin notası oluyor. Kaybedilen milyonlarca ruh, sizi suça tanık ve ortak ederken, bir çığlıklar orkestrası eşliğinde dünyaya geri dönüyor. Suçluluk duymak, dehşeti paylaşmak, o loş koridora hapsolmuş canların yükünü sırtlandıktan sonra hayata karışıp onları azat etmek için…

Dünyaca ünlü İsrailli sanatçı Menashe Kadishman’ın Berlin Yahudi Müzesi’ndeki ‘Shalechet’ (Düşen Yapraklar) adlı eseri, Avrupa Yahudilerinin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşadığı büyük kaybı ifade etmeye çalışan en önemli sanat eserlerinden biri. Shalecet, artık geri döndürülemez kayıpları insana acı veren bir üslupla hatırlatırken, dünün, bugünün ve yarının masum kurbanlarını zihinlere hiç çıkmamacasına nakşediyor.

Nasıl bir yazı?

Agos, 18 Ocak 2008

Cinayetin birinci yılında oturup bir şeyler karalamak zorunda kalmanın ne kadar kahredici olduğunu anlatan bir yazı olabilir bu. Cinayeti işleyenlere ve onları azmettirenlere, “ihmal”leriyle Hrant Dink’i öldürenlere, katilleri kahraman ilan edenlere, yargılamada hukukun bütün gereklerini hiçe sayanlara, ilişkiler ağının asıl uzanması gereken yerleri gözlerimizden ırak tutmaya çalışanlara lanet okuyan bir yazı olabilir.

Ayrıca, siyaseten, lanet okurken okura umut veren, enseyi karartmamak gerektiğini söyleyen, iman tazeleyen bir yazı olmasında yarar vardır.

Lanet okuma faslına elbette varım. Onu hep beraber yaparız.

Ancak… Umut vermek için umutlu olmak gerekir, iman tazelemek için gelecekte işlerin şimdikinden daha farklı olacağına dair bir inanç gerekir. Oysa umut ve inanç şu sıralar bu civarlara pek uğramıyor.

İşte bu yüzden, Hrant Dink’in pirüpak hatırası önünde saygıyla eğilerek, bu yazının kişisel bir hesaplaşma yazısı olmasını yeğledim.



Muhasebe

Bir yıl önce neredeydin, ne hissediyordun, bugün neredesin, ne hissediyorsun?

Dön geri, o günün dehşetiyle Agos’ta neler yazdığına bir bak:

“Yaşanan acı olayın insanı en çok üzen tarafı, Hrant’la birlikte, içimizdeki değişime dair umutların toprağın bin kat dibine gömülmesi… Ne kadar çalışıp çabalarsanız, ne kadar ter dökerseniz dökün, yeni bir geleceği inşa etmek, geçmişi konuşup tartışmak için elzem olan en küçük siyasal zeminin dahi var olmadığını görmek, insanda yıllardır inandığı, uğruna mücadele ettiği değerlerin kumdan kaleler olduğu duygusunu, yaşandığını sandığımız değişimlerin birer yanılsama olduğu, aslında bir mayın tarlasında gözlerimiz bağlı yürümekte olduğumuz hissiyatını uyandırıyor.”

Ne var bu satırlarda? Şok elbette… Ayrıca hayal kırıklığı, şaşkınlık, kanmışlık, kandırılmışlık hissi.

Bir yılda olan biteni şöyle bir gözden geçir. Cenazeyi, mahkemeleri, katil zanlısıyla çekilen bayraklı pozu, Malatya’yı, “İsmail geçersiz bir işlem Türüttü”yü, darbe tehdidini, tehdit edenle tehdit edilenin ortaklığını, “bayrağını kap da gel” yürüyüşlerini, polis kurşunuyla ölen masumları, kadın çalışanların işyerlerindeki emzirme odalarına göz diken sosyal güvenlik “reformu”nu, koskoca baro başkanını “Bekâra karı boşamak kolay!” diye azarlayan külhanbeyi başbakanı.

Hayal kırıklığının, şaşkınlığın, kanmışlık, kandırılmışlık hissinin yerinde bugün ne var? Yine hayal kırıklığı, şaşkınlık, kanmışlık, kandırılmışlık hissi. Üstüne? Korku, naçarlık, yabancılaşma duygusu, kendi evinde kendini rahat hissedememe hali… Başka? Kimi zaman, sokakta yürürken engel olamadığın bir huzursuzluk hissi; sanki bu sokaklar, bu caddeler senin doğup büyüdüğün, sevinip üzüldüğün, âşık olup terk edildiğin yerler değilmiş gibi… Post-ondokuzocak sendromu mu?

Haydi itiraf et. Memleketin çivisi çıkmadı mı? Böyle bir ülkede yaşanır mı artık, yaşanmalı mı? Bütün bu riyanın ortasında.

Bak, şubat ayında ne yazmışsın: “Bu satırların yazarı da dahil olmak üzere, genç kuşaktan pek çok Ermeni, adına gitmek denen bir ihtimalin kendileri için aslında daima var olduğunu fark ettiler acı bir şekilde.”

Haydi, dürüst ol, “gitmek” sadece bir “ihtimal” mi?

Ne bekliyorsun hâlâ? Faşizmin, militarizmin, yalan dolan düzeninin göbeğinde yaşamaya devam etmekteki ısrarının nedeni ne?

Buraları seviyorsun, sonuçta doğduğun yer, öyle mi? Söylesene, dünyanın başka bir toprağı sevilmeye daha mı az layık? Bu seninki bir çeşit vatanseverlik değil mi, hani o karşı olduğun milliyetçiliğin bir türü olduğu için hor gördüğün?

Bir şey söyleyeyim sana. Buraları bırakıp gidememenin, hiç de ulvi olmayan, fevkalade basit bir açıklaması var. Kıyıda köşede kalmış o küçük huzur kırıntılarını, eski, taşlaşmış alışkanlıklarını terk edemediğin, rahatını bozup köprüleri atamadığın için gidemiyorsun. Basbayağı korkuyorsun. Denizi seyredememekten, sevdiğin çay bahçesine bir daha gidemememekten korkuyorsun; simit yiyememenin dünyanın sonu olduğunu sandığın için korkuyorsun, işte böyle ufak tefek, saçmasapan, küçük hoşluklardan mahrum kalacaksın diye korkuyorsun. İnsanca, evet, pek insanca…

Ama gel, sen sen ol, bütün bu insanca basitlikleri yüce ideallerin ipeksi örtüleri ardına gizlemekten vazgeç. Yaşadığın toprağın geleceğine dair artık umut besleyemediğin ve bunun seni etrafındaki her şeye yabancılaştırdığı gerçeğini idrak et, onunla yüzleş. Çünkü ancak bu yüzleşmeyle gelecek olan farkındalık ve onun istediği bedel ayakta tutabilir gövdeni.



Maktul tanıktır

11 Şubat’ta Hrant Dink cinayeti davasının üçüncü duruşması görülecek. Maktul bir gazeteci olduğuna göre, yazılarının tanıklığı, sorumluları açığa çıkarmakta hepimiz için aydınlatıcı olmalı. Uzağa gitmeye hacet yok. Artık herkesin çok iyi bildiği o son iki yazıya bir kez daha bakmak yeter. Dink’in orada sözünü ettiği, “(onu) açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç”ün kimler olduğunu anlamak için allame-i cihan olmaya gerek yok.

Onun, dönemin dışişleri bakanı Gül ve adalet bakanı Çiçek’in sözlerini anımsatması da boşuna değil elbette: “Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? ‘Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkûm olmuş, hapse girmiş biri var mı?’”

301’den mahkûm olmasıyla ilgili sorduğu sorunun yanıtı hiç de zor değil: “Benim Ermeni olmamın bu sonuçta bir rolü oldu mu?”

Agos’taki Sabiha Gökçen haberinden sonra Genelkurmay’ın yaptığı açıklamanın altını bir güzel çizmeli: “Böyle bir sembolü amacı ne olursa olsun tartışmaya açmak, milli bütünlüğe ve toplumsal barışa karşı bir cürümdür!” Açıklamanın hemen ardından Dink’in valiliğe çağrılıp “uyarıldığı” satırlara da kocaman bir mim koymalı.

Faşistlerin Agos önünde “Ya sev ya terk et”, “Bir gece ansızın gelebiliriz!” sloganlarıyla gösteri yaptığını hatırlamalı. Grubun başı Levent Temiz’in sözlerini kayda geçirmeli: “Hrant Dink, bundan sonra bütün öfkemizin ve nefretimizin hedefidir, hedefimizdir.”

Kerinçsiz grubuyla ilgili anlattıklarına dikkat kesilmeli: “Peşimde tekrar birileri vardı. Onları seziyordum. Ve onların Kerinçsiz ekibiyle sınırlı ve salt onlardan oluşacak denli sıradan ve görünür olmadıklarını çok iyi biliyordum.”

Suikastın izlerini sürmek için maktulün kendisinden âlâ tanık mı bulacağız?

Emperyalizmin cilası

Agos, 11 Ocak 2008

Sonunda bu da oldu. Sonunda, Noel Baba’yla Nasreddin Hoca da kavgaya tutuştular.

‘Medeniyetler Çatışması’ tezini canı gönülden benimsemeye ne kadar da teşneymiş insanoğlu!

Kalabalıklar, Amerikan emperyalizminin dünyanın dört bir yanındaki operasyonlarını meşrulaştırma girişiminin parolası olan, küresel kapitalizmin açığa çıkardığı çelişkilerin üzerini örtmek için üretilip piyasaya sürülen Doğu-Batı kavgasının kucağına düşmeye ne kadar hazırmış.

Meğer dünyanın Batı denen toprakları üzerinde yaşayanlar yıllar yılı düşünür dururmuş:

“Aslında bütün dertlerin kaynağı, şu geri kalmış dinleriyle Müslümanlar!”

Meğer, dünyanın Doğu denen toprakları üzerinde yaşayanlar yıllar yılı kendi kendilerini doldurup dururmuş:

“Aslında bütün dertlerin kaynağı, şu yozlaşmış Hıristiyan-Yahudi kültürü!”

Emperyalizmin Ortadoğu’da, Asya’da ve Afrika’da onyıllardır kanayan yaralar açması, El Kaide’nin 11 Eylül saldırısı, ABD’nin bunu fırsat bilip saldırgan politikalarına hız vermesi, bunu da Huntington namlı âlim bozuntusunun Medeniyetler Çatışması teziyle cilalaması, meğer çoktan ikiye bölünmüş dünyanın iki kutbunda yaşayanların hislerine tercümanmış.

İşler yılbaşı gecesi Nasreddin Hoca’yla Noel Baba’yı dövüştürerek tatmin olmaya kadar vardıysa, oturup kara kara düşünmek gerek.



Benim Nasreddin Hocam senin Noel Babanı döver!

Haber bayat, ama yine de üzerinde durmalı.

TV5 televizyonu, 31 Aralık Pazartesi akşamı Abdi İpekçi Spor Salonu’nda bir “kardeşlik gecesi” düzenledi.

Milli Görüş çizgisine yakın duran Müslümanlar yılbaşını “Hıristiyan âdeti” olarak gördüklerden, o geceki kutlama ortamından mümkün mertebe uzak kalmaya gayret ediyorlar. TV5’in kardeşlik gecesi de yılbaşı kutlamalarına alternatif bir etkinlik olarak düzenleniyor. İnançları doğrultusunda yaşamak insanların en doğal hakkı olduğuna göre, buraya kadar, söylenecek söz yok.

Kuran okunan, şarkı ve türkülerle, mehteran bölüğünün marşlarıyla eğlenilen bu gecede sinevizyondan bir çizgi film gösterimi yapılıyor. Daha sonra çeşitli haber kanallarında ve internet sitelerinde de yayınlanan bu filmde Noel Baba’yla Nasreddin Hoca karşılaştırılıyor.

Uzun bir alıntı yapmak pahasına, o çizgi filmde söylenenlere bakalım:

“Noel baba, yılbaşına doğru gündeme gelen bir ‘dönem’ figürüdür… Nasreddin Hoca, yılın her günü yıldızdır!

Noel Baba, ‘bütün çocuklara karşılıksız armağan verme’ gibi ütopik, imkânsız bir fikrin yalancı kahramanıdır… Nasreddin Hoca, ‘parayı ver düdüğü çal’ dürüstlüğüyle realist ve sahici bir kimsedir.

Noel Baba, çam ağaçlarının toplu katliamında başrol oynar… Nasreddin Hoca, sadece bindiği dalı keser, zararı daha ziyade kendinedir.

Noel Baba maddecidir, nesneler sayesinde ün yapmıştır… Nasreddin Hoca, paraya çevrilemeyecek bir zenginlik kaynağıdır, ruhu ve zekâyı besler…

Noel Baba, geyiklerin çektiği kızakla, üstelik bir de uçarak, itici bir sürrealite içindedir… Nasreddin hoca, eşeğine ters binerek reel ortamda sürreallik gösterdiği için daha çarpıcıdır.

Noel Baba aslen Antalya çıkışlıdır fakat asimile olmuştur, doğum yerini meraklısı bilir… Nasreddin Hoca sonsuza kadar Akşehir’in evladıdır…

Noel Baba, herhangi bir babalığını göremediğimiz bir ‘baba’dır... Nasreddin Hoca, hepimizin hocasıdır!”

*

Çizgi filmde seslendirilen bu cümleleri yazıya dökmek için uğraşırken, metnin, Leman dergisi yazarı Vedat Özdemiroğlu’nun 26 Aralık 2002 tarihli yazısından apartılmış olduğunu öğreniyorum.

Vedat Özdemiroğlu, ulusalcı sol eğilimleriyle tanınan bir mizah yazarı. Milli Görüş teşkilatının düzenlediği bir gecede, muhtemelen kendi bilgisi dışında bir yazısı okunuyor.

Türkiye’nin İslamcılarıyla ulusalcılarının buluştuğu vasat işte bu… Noel Baba out, Nasreddin Hoca in!

Mesele bir mizah yazısından, bir çizgi filmden çıkıyor, bakın internet üzerindeki tartışma forumlarında nerelere varıyor:

“Tehlikeli olan, çocukları kandırmak için Noel Baba’yı kullananların Nasreddin Hoca’yı da Noel Baba’nın arkadaşı gibi gösterip dejenere etmeye çalışmasıdır. Noel Baba Vakfı bu yöntemi kullanıyor. Web sitesinde bunu görebilirsiniz. Antalya’da sürekli hale getirilen Noel Baba şenlikleri nedeniyle ülkemize gelen papazlar propaganda yapmaya devam ediyor. Bizim bu tür faaliyetlere karşı uyanık olmamız ve karşı atağa geçmemiz gerekirken kendi aramızda kısırdöngü tartışmalarla yol almamız mümkün değil. Ama gel gör ki ‘kâfirlere karşı şiddetli, kendi aramızda hoşgörülü’ olmayı emreden bir Kitab’ın bağlıları olan bizler öfkemizi kendimize kusuyoruz.”

Dağarcıklarında öfke sözlerinden başka şey bulunmayanların dünyasında, Noel Baba’yla Nasreddin Hoca’nın arkadaş olması dahi bir suça dönüşüyor.



Medeniyetler Çatışması’nın kucağında

Sahi, Noel Baba’yla Nasreddin Hoca bugün yaşasalardı tüm bu olup bitenlere ne derlerdi?

Gülüp geçerler miydi? Yoksa, karşılıklı oturup birbirlerine dert mi yanarlardı?

Nasreddin Hoca kadim dostunu uyarır mıydı?

“Nikolacığım, bizim buralardaki veletler çıldırdı, her gün bir papaz boğazlıyorlar. Utanıyorum sana bunu söylemeye ama, sen iyisi mi bu sene buralarda fazla dolanma!”

Noel Baba arkadaşına çıkışır mıydı?

“Ne diyorsun sen Nasreddin! Kendi memleketime de uğrayamayacaksam bunca hediyeyi ne yapacağım ben…”

*

Türkiye’nin hali pür melali.

Emperyalizmi eleştireceğim diye başka halkların kültürünü, insanlığı birleştiren evrensel bir değeri aşağılayan, bu arada kendi kültürüne ait bir öğeyi yücelterek milliyetçi şiddetin değirmenine su taşıyan ulusalcılar.

“Bu kutlamanın benim kitabımda yeri yok” demek için ille de başka bir inancın folklorik bir kahramanını yerin dibine batıran İslamcılar.

İnsanlığın ortak değerleriyle kapitalist tüketim kültürünün getirdiği yozlaşmayı birbirinden ayırıp akıl-vicdan terazisini buna göre kuramayan, Medeniyetler Çatışması zırvasının kucağına düşmüş öfke ve şiddet tellalları.

Gönül ferahlatan tarih!

Agos, 4 Ocak 2008

Resmi tarihin tarihçileri “Ermeni Sorunu”nu ve 1915’te yaşananları salt emperyalist rekabetin, “büyük devletlerin kötü emellerinin” bir sonucu olarak sunmayı tercih ediyor.

Amaç belli. İttihatçıların, dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin 1915 Felaketi’ndeki sorumluluğunu buharlaştırarak gözlerden kaçırmak.

Oysa 19. yüzyılın başlarından 1920’lere uzanan koca bir yüzyıl, aktörler, iç ve dış dengeler, çatışan çıkarlar, farklı siyasetler ve dönemler itibariyle, muazzam ölçüde kompleks bir ilişkiler ağının çözümlenmesiyle anlaşılabilir ancak.

Bu unsurların bazılarını arka plana itip birini veya birkaçını ön plana çıkararak, kısacası delilleri karartarak yazılan tarihin gerçeklikle ilişkisi de haliyle sorunlu oluyor.

Tarihçi elbette olguları sıralayıp kendi tarihsel “kurgu”sunu yaparken seçici davranır ve bir ölçüde öznellikten uzak kalamaz. Ancak bu öznel kurguyu sınayabileceği çeşitli bilimsel araçlara sahiptir.

Birincil amacı, şu ya da bu konuda “Türk” kamuoyunun gönlünü ferah tutacak, yürekleri soğutacak cevapları vermek, uluslararası tartışmalar için gerekli mühimmatı ve cephaneyi sağlamak olan resmi tarihin tarihçileri bu araçlardan bihabermiş, kime ne!



Milattan Önce Ermeni Sorunu


Hikâye hepimizin ezberinde.

“Yüzyıllar boyunca Osmanlı Devleti’nin himayesinde huzur içinde yaşamış, devlet katında en yüksek mevkiilere ulaşmış, paşalar, nazırlar çıkarmış, ‘tebaa-yı sadıka’ diye anılmış Ermeni milleti, zamanla emperyalist devletlerin Osmanlılar üzerine oynadığı oyunların maşası haline gelerek, devlete karşı bölücü ve yıkıcı faaliyette bulunmuş, Osmanlı Devleti de kendini savunmak zorunda kalıp tehcir kararı almıştır…”

Büyük devletlerin rolünü ön plana çıkaran bu tarih yorumu kendine milat olarak 1878 Berlin Kongresi’ni alır. Emperyalistler Osmanlı Devleti’ni parçalama planı kapsamında Ermeni Sorunu’nu ilk kez burada gündeme getirmiştir. Babıâli, antlaşmanın 61. maddesiyle, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapma, Çerkes ve Kürt saldırılarına karşı Ermeni ahalinin huzurunu temin etme taahhüdünde bulunmuş, bu yolda alacağı tedbirlerin büyük devletler tarafından izlenmesini kabul etmiştir.

Bu yoruma göre, Berlin Kongresi adeta yoktan bir Ermeni sorunu var etmiş, Osmanlı topraklarında gül gibi geçinen Ermenileri kullanarak devleti zor durumda bırakmayı amaçlamıştır.

Kültür Bakanlığı’nın “Ermeni Sorunu. İddialar-Gerçekler” adlı CD-ROM’undan aktaralım:

“Böylece Ermeniler, Ruslar ve İngilizler tarafından kullanılmaya başlanmış ve İngiltere’nin elinde Rus yayılmacılığına karşı bir ileri karakol vazifesi görmüşlerdir. İngiltere ve Rusya tarafından tarih sahnesine sunulan Ermeni Sorunu, aslında emperyalizmin Osmanlı Devleti’ni yıkma ve paylaşma politikasının bir uzantısıdır. Sözde Ermeni soykırımı iddiaları ve yalanları da işte bu politikanın propaganda ürünüdür!”

Burada hedef, 1915’te yapılanları haklı çıkaracak bir tarih inşa etmektir elbette. 1878 Berlin Antlaşması bu kurgunun miladı, öncesi olmayan mihenk taşıdır. Ermeni Sorunu, uzaydan ışınlanmış gibi Berlin’de masaya konmuş, o masada yaratılmış bir Frankenştayn’dır.

Peki, 1878’den, yani Milattan Önce Ermeni Sorunu…?

Öncelikle şunu belirtmeli: Ermenilerin Osmanlı topraklarındaki yaşam koşullarını idealize ve romantize etmek kadar, yüzyıllar süren nispeten barışçı ortak yaşamı göz ardı ederek, Ermenilerin Osmanlı egemenliğinde 600 yıl boyunca sistematik olarak ezildiğinden dem vuran bir oryantalist-milliyetçiliğin tuzağına düşmek de hatalıdır. Gerçek, muhtemelen bu iki uç noktanın uzağında, aradaki gri bölgede saklıdır.

İsviçreli tarihçi Hans-Lukas Kieser, ‘Iskalanmış Barış’ adlı kitabında, 19. yüzyıldaki üç olayın Ermeni Sorunu’nun gelişimi açısından hayati önem taşıdığını tespit eder:

1. 1830’lu yıllarda Osmanlı merkezi iktidarının, doğu vilayetlerini “yeniden” fethederek yörede bağımsız güç odakları oluşturan Kürt emirliklerinin gücünü kırması, göçer Kürt aşiretlerini toprağa bağlaması.

2. 1839 sonrası Tanzimat reformlarıyla gelen modernleşme adımlarının, özellikle mali tedbirlerin Doğu vilayetlerindeki gayrimüslim ahalinin üzerindeki ekonomik baskıyı artırması (zira Hıristiyan ahali hem devlete vergi hem de Kürt aşiretlerine haraç ödemektedir).

3. Rus baskısından kaçmak için Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Müslüman nüfus nedeniyle bölgedeki asayişin bozulması, toprak çatışmalarının artması.*

Bunların üzerine uluslararası rekabeti, Abdülhamit’in baskıcı politikalarını, doğruları ve yanlışlarıyla Ermeni devrimci hareketini, İttihatçıların sosyal mühendislik planlarını, I. Dünya Savaşı’nı fırsat bilip yayılma arzularını koyduğumuzda, Büyük Felaket’e giden yolun resmini çizmiş oluruz.

• Hans-Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, İstanbul: İletişim, 2005, s. 25-40.



Tarih ve mitoslar


Resmi tarihin tarihçileri 1915 Felaketi’nin bütün suçunu Batılı devletlerin sırtına yükleyip sorumluluktan kaçmaya çalışırken, asıl tarihsel özneleri de gözden ırak tutmuş oluyor.

Onların oyununda Ermenilere, Türklere, Kürtlere rol yok. Şu ya da bu Anadolu şehrinin düşman işgalinden kurtuluş günündeki temsillerde yer alan, karikatürize edilmiş “tip”lerden değil, yaşayan, nefes alan, karar veren, uygulayan, hata yapan, ne yazık ki ölen ve öldüren insanların oynadığı rollerden söz ediyorum.

Amerikalı Ermeni tarihçi Gerard Libaridian, 2 Kasım 2007 tarihli Agos’ta Yasemin Çongar’a şunu söylüyordu: “Osmanlı Devleti, onun tebaası Ermeniler ve büyük güçler. Eğer bu üçü arasındaki bağlantıları doğru kuramazsanız, tarihi mitoslaştırırsınız.”

Türkiye’de tarihsel özneleri çarpıtıp mitoslaştırılan tarih, Osmanlı Devleti’ni Batı emperyalizminin mağduru ve kurbanı yapıyor. Günümüz Türkiye devleti ve onun kadrolu veya kadrosuz tarihçileri, sorumluluktan kaçmak ve iç dinamikleri kontrol altında tutmak için bu mağduriyetten nemalanıyor. Ermeni devrimci partilerinin eylemleri bahane edilerek bütün Ermenilere yapılan kötülüklerle hesaplaşmayı, acılara saygı beslemeyi daima es geçen bu mağduriyet edebiyatının samimi ve ikna edici olduğu söylenebilir mi?

Kent tarihi menkıbeleri

Agos, 28 Aralık 2007

Milliyetçiliğin hegemonik dili bir kez egemenliğini kurdu mu, her türlü toplumsal ilişkide kendini yeniden inşa etmekte güçlük çekmiyor. O düzeye ulaştığında, artık iktidarın gözetimine, yönlendirmesine, arkadan iteklemesine ihtiyaç duymuyor.

Milliyetçiliğin rahle-i tedrisinden geçip ulusunun şanlı tarihini öğrenmiş, onun nasıl kahraman, çalışkan, iyiliksever, zeki, dayanıklı, yaratıcı, hükmedici, hoşgörür, bağışlayıcı olduğunu bir güzel bellemiş, devlet otoritesiyle her karşılaştığında patronun kim, doğrunun, iyinin, gerçeğin kimin yanında olduğunu anlamış, televizyonda, gazetede, milliyetçi söylemin, resmi yüzünden soyunup bin bir şekle giren iç gıdıklayıcı yeni oyunlarına, medya çağının neo-hamasetine kendini kaptırmış vatandaşlar, günlük hayatlarını hangi doğrular etrafında örmek veya görevden vazife çıkarmak gereken koşullar altında nasıl davranmak gerektiğini pekâlâ bilirler.

Anadolu coğrafyasındaki kadim kentlerin tarihini işte o hegemonik dil yazar.

Bunu biliriz elbet, hayat tecrübemizde yeri vardır. Ancak, iktidarla, devletle, ulusla ilişkisi olmadığını sandığımız ortamlarda, sözgelimi alternatif bir kültür turizmi grubunda dahi o kurguyla yüz yüze gelivermek, onun her yere nüfuz etme kabiliyetine tanık olmak, şaşırtır, sersemletir bizi. O kurgunun tarihinde her şey, “Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından” yapılmıştır. Türk boyları Anadolu topraklarda belirmeden önce orada yaşayan halkların tek yaptığı, Türklerin gelip kendilerini fethetmesini beklemektir adeta. Bu yüzden tarihsel anlatı, “Türklerden önce” ve “Türklerden sonra” diye ikiye ayrılır. Bu kentler, istisnasız, hiç şüphe yok ki, elbette, mutlaka, kaçınılmaz olarak, “tarihi geçmişinde, en üstün ekonomik ve kültürel düzeyine Osmanlı-Türk döneminde ulaşmıştır.”

Hal böyle olunca, demokratlık iddiasındaki bir partinin, iktidardaki AKP’nin Kahramanmaraş milletvekili Avni Doğan meclis kürsüsüne çıkıp, “Türkiye’yi kültürler mozaiği olarak tanımlamak çok yanlıştır. Kültür tektir: Bu kültürün adı, Türk-İslam kültürüdür!” diyebilir ve birkaç cılız tepki dışında kamuoyunda sessizlikle karşılanabilir.

Resmi ağızlar hizayı böyle verince, tarihçiler, yerel yönetimler, turist rehberleri, nereyi kerteriz almaları gerektiğini bilirler; yaratılan menkıbelerin dışına çıkıp macera aramaya gerek yoktur.

Bizanslılar soysuz ve entrikacı, Selçuklular fatih, Osmanlılar cihan hâkimi bir ceddir. Oralarda, Rum, Ermeni, Gürcü, Arap, Çerkes, Süryani topluluklarının yaşamış olduğuna dair tek söz duyamazsınız. “Küçücük kasabada iki cami birbirine neden bu kadar yakın?” sorusunun cevabı yoktur. Camilerden birinin kiliseden dönüştürüldüğü aşikârdır, göz bunu görür, ama dil söylemez.

Yer adlarının değiştirilip Türkçeleştirilmesi, büyük bir tarihsel temizlik operasyonu halini alır. Kastamonu, Sivas, Tokat, Giresun, Konya adlarının etimolojik kaynakları resmi tarihçelerde mümkün mertebe gizlenir, bu isimlere dair Türkçe söylenceler uydurulur. Kastamonu adı “Kastın ne Moni?” ünleminden, Tokat “Türk Beyi Togayıt”tan gelmektedir.

Ziyaretçisine yörenin tarihine dair bilgi vermemek üzere kurulmuş kent müzelerinde, çevredeki kazılardan çıkarılmış antik kalıntılar çoğu zaman yan yana, açıklayıcı tek bir not olmadan yığılır. Antik zamanların sonrası, modern Türkiye tarihine ayrılmıştır. Üstelik o da, insanların, toplumun değil, devletin tarihidir.

Hegemonyanın duvarlarında çatlak aramak nafile bir çabadır.

Demokrasi ne kadar su kaldırır?

Agos, 28 Aralık 2007 

Hani, Nisan ayında yürekler kabarmıştı, hatırlıyor musunuz?

Hani, Genelkurmay’ın internet sitesinde bir bildiri yayımlanmış, “devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan irticai anlayış”a meydan okunmuş, TSK’nın cumhurbaşkanlığı seçiminde “taraf” olduğu belirtilmiş, askeri darbe sinyalleri verilmişti. Ortalık karışmıştı hani, hatırlıyor musunuz?

O bildiriden sonra, başbakanla genelkurmay başkanı, Dolmabahçe’de içeriğini kendilerinden başka kimsenin bilmediği bir görüşme yaptılar, Meclis’ten erken seçim kararı çıktı, seçimleri muhtıranın muhatabı AKP kazandı, Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi.

Güz aylarında Kuzey Irak’a operasyon gündeme geldi. Başta ayak sürüyen ABD izin ve destek verince Kuzey Irak’a hava saldırıları düzenlendi. Halkımız askeri operasyona pek çok sevindi. Gazeteler, “Vurduk, bomba yağdırdık, yerle bir ettik!” manşetleri attı. Hükümet ve komutanlar uyum içinde çalıştıklarını açıkladılar defalarca.

Peki, e-muhtıraya ne oldu? Acaba komutanlar birdenbire, AKP’nin “Cumhuriyet rejimine sözde değil özde bağlı” olduğunu mu düşünmeye başladı? Yoksa, Nisan’daki o vaveyla boşuna mı koparılmıştı? Yoksa ordu ve AKP, egemenliği yeniden paylaştıkları bir yakınlaşma siyasetine mi girdiler?

Eğer öyleyse, bu, ordunun siyaset üzerindeki vesayetinin sürdüğü anlamına gelmez mi? Peki, demokrasi bu kadar suyu kaldırır mı?

Işığını söndürme sakın

Agos, 28 Aralık 2007 

2007’ye girerken, bu sütunda, İttihatçıların Anadolu’nun içlerine sürüp katlettiği şair Taniel Varujan’ın, ‘Antasdan’ (Dünyayı Takdis) şiirine yer vermiş, okurlara yeni yıl hediyesi niyetine, “Barış olsun, / Tarlanın apak çığırlarına / Kan değil, ter aksın / Ve çınlarken akşam çanı / Eğilsin herkes takdise” dizelerini sunmuştuk.

2007 bizler için tarifsiz kederlerin yılı, 19 Ocak, pek çoğumuzun Türkiye gerçekliğine ilk kez uyandığı tarih oldu.

Gelin, biz yine de şiirin gölgesine sığınalım, Şubat ayında kaybettiğimiz Zahrad’ı (Zareh Yaldızcıyan) sevgiyle anarak, onun ‘Gağantçek’ şiiriyle merhaba diyelim yeni yıla.


Yeniyıl hediyesi

Geceyarısı ışığını söndürme sakın
Perdeye düşen gölgeni seyredeyim bari hasretle
Ve yaz güneşlerinden kopardığım ışıl ışıl hediyeni
bırakıp eşiğine uzaklaşayım
Geceyarısı düşlerimin ışığını söndürme sakın.

Sevgili arkadaşım

Agos, 14 Aralık 2007

Arkadaşım diyorum, umarım bana kızmazsın.

Tanışmıyoruz. Tanışmıyoruz ama, şu kavanoz dipli dünyanın bin bir türlü işi içinde, belki Ortaçgil’in dediği gibi bir “dolmuş kuyruğunda” kesişmiştir yolumuz, kim bilir?

Hem, Hrant Dink ne diyordu?

“Biz Ermeniler birbirimizi biliriz, çok azız çünkü.”

İşte bu yüzden “arkadaşım” diyeceğim sana.

*

Geçenlerde gazetelerde okudum, baban anlatmış.

Boğaziçi’nde yüksek lisans yapıyormuşsun. Son zamanlarda meydana gelen olaylardan ve askerlerin durumundan çok etkilenerek eğitimini yarıda bırakmaya karar vermiş, okul kaydını dondurmuş, askere gitme kararı almışsın. Bugünlerde birliğine teslim olacakmışsın, belki de olmuşsundur bile.

Haberde senin bir fotoğrafın da vardı ama sözün, sesin yoktu. Senin yerine baban konuşmuştu. Belki de baban gazeteciyle konuşurken sen annenle çarşı pazar dolaşıyordun, tıraş takımı, yün çorap, pamuklu iç donu almak için, kim bilir?

Baban, “Oğlum vatanın bütün evlatları gibi askere gidip Mehmetçik olacak. Gerekirse bu vatan için cephede savaşıp şehit de düşeriz” demiş.

Arkadaşım, çok geç kaldığımın farkındayım ama ben sana keşke okulunu bırakmasaydın, yüksek lisansına devam etseydin diyeceğim, haddim olmayarak.

*

Üç hafta önce bu sütunlarda “Zaven Efendi”nin hikâyesi anlatılıyordu, bilmem gözüne çarptı mı? Zaven Efendi, I. Dünya Savaşı başladığında İstanbul Patriği olan Başpiskopos Zaven Der-Yeğyayan’dı. Milli eğitim müfredatında onun “Zaven Efendi adında bir hain” olarak gösterilmesini eleştirmiş, bir Ermeni lisesinde okurken derslerde bu zihniyetle toslaşmanın çocuk ruhumda yarattığı sıkıntıyı aktarmaya çalışmıştım.

Katılır mısın bilmiyorum, bence milli eğitim müfredatının sıralarından geçmiş, o kara tahtaların önünde sözlüye kalkmış Türkiyeli her Ermeni garip bir suçluluk duygusuyla büyüyor. Bu suç herhangi bir yasada yer almaz ama adeta bilinmeyen bir irsi hastalık gibi gelip bizleri bulur; adı da “Ermeni olmak”tır.

Bizler, ta ilkokul sıralarında “Andımız”ı, “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım”ı söylediğimiz günden itibaren, Türk değil Ermeni doğmuş olmanın yükü altında ezilmeye başlarız.

Mahallede top oynadığımız arkadaşlarla aynı okullara değil de, kalabalık içinde adını söylemekten çekindiğimiz Ermeni okullarına gidiyor olmak başlı başına bir beladır. Bu yüzden, ileride iş sahibi olunca Masis olan adımızı Mesut, Kohar olan adımızı Bahar yapacağımız gibi, nerede okuduğumuzu soranlara Getronagan yerine “Merkez Lisesi”, Surp Haç yerine “Salih Hakkı Lisesi”nde okuduğumuz söyleriz.

Bizler okulda Türk olmanın ne kadar müthiş, ne kadar yüce, ne kadar mutlu bir şey olduğunu öğreniriz. Türklerin zaferleri, başarıları, Türk olmayanların ihanetleri, alçaklıkları öğretilir orada. Biz de Türk olmak isteriz, mutlu olmak bizim de hakkımızdır zira.

Bize milliyetçiliğin, vatan sevgisinin en yüce değer olduğu öğretilir. En temel görevimiz vatanı sevmek, onun iyiliği için çalışmak, bu uğurda her türlü fedakârlığı yapmak, gerektiğinde, tıpkı babanın dediği gibi, vatan için cephede savaşıp şehit düşmektir.

*

İşte arkadaşım, bütün bunların bizler üzerinde iki tür olumsuz etkisi olur. Bazılarımız, Türk değil Ermeni olduğu için Türkiye üzerine söz söylemeye hakkı olmadığını düşünmeye başlar, dolayısıyla kendini cemaat kalıplarının içine hapseder, o dar sınırların dışarısına bakmak ona hiçbir heyecan vermez. Bazılarımız da, sözünü ettiğim suçluluk duygusuyla, milliyetçiliğin en yüce değer, vatan için can vermeninse bir görev olduğu bilinciyle yoğrularak, kendisinin de herkes kadar vatansever olduğunu, ülkesini sevdiğini ispatlama yarışına girer.

Bizler askerliğimizi yapar, vergilerimizi öder, akıllı uslu birer yurttaş olmak için uğraşırız, çünkü büyüklerimiz bize öyle tembih etmiştir, çünkü zaten “adımız bize kabahattir.” Birçoğumuz milliyetçi söylemi tamamen içselleştirerek yaşar, Türklerle aramızı bozmaya çalışan diasporaya, üçüncü ülkelere çatar, üzerimizde oyunlar oynayanlara kendince hadlerini bildirmeye çalışır.

Bütün bunlar tek bir cümleyi duymak içindir:

“Vallahi, Ermeni ama ülkeyi bizim kadar seviyor, helal olsun!”

Oysa bu cümle, sorunun çözümü değil, bizatihi kaynağıdır.

O günkü gazetenin internet sitesinde en çok okunan haberin seninki olması tesadüf müdür sence?

*

Biz kendimizi o zihniyetin çelik kalıplarına teslim ettikçe, ülkeyi sevmekle Ermeni, Türk, Kürt, Rum olmak arasında hiçbir bağ olmadığını idrak edemez hale gelmeye başlarız. Ülkeyi sevmenin oradaki haksızlıkları dile getirmekle, orayı daha yaşanır bir yer haline getirme isteğiyle alakalı olduğunu duymak istemeyiz. Ülkeyi sevmesek dahi eşit yurttaşlar olarak yaşama hakkına sahip olabileceğimizi düşünmeyiz. Tevfik Fikret’in “Vatanım ruy-i zemin, milletim nev-i beşer” (Vatanım yeryüzü, milletim insanlık) sözlerinin anlamını tahayyül dahi edemeyiz.

*

Kıbrıslı şair ve yazar Neşe Yaşın oğluna bak nasıl sesleniyor:

“Savaşa gitme oğlum. Vatanı seviyorsan onun için ölmeye ve öldürmeye değil yaşamaya ve yaşatmaya git. Vatana hizmet etmek istiyorsan bahçıvan ol; bahçelerini çiçeklendir. Evsizler için evler, gençler için kültür siteleri yap. Bir fedakârlık yapmak istiyorsan yaşlıların bakım programlarına katıl, engelli çocuklar için festivaller, ayrımcılığa uğrayanlar için gösteriler düzenle ama savaşa gitme. Gençleri başka gençlerin katili ya da ölü olmaya gönderiyorlar. Onlara inanma oğlum. Söylenen her şeye inanma. Onların ‘vatan haini’ dedikleri vatanı en çok sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi vatanlarını değil başkalarının vatanını da sevenlerdir. Onlar, yalnızca kendi oğullarını değil başkalarının oğullarını da sevenlerdir.”

*

İşte arkadaşım. Ben de sana, keşke okul kaydını dondurmasaydın, askere gitmeden önce keşke yüksek lisansını bitirseydin diyorum. Başladığın işi yarım bırakmak iyi bir şey değildir.

O zaman, belki Boğaziçi’nde, o güzel okulda buluşur, Orta Kantin’de (istersen Sosyete Kantini’nde) karşılıklı birer çay içer, Manzara’da oturup Boğaz’ı seyreder, kütüphaneden aldığımız Remarque’ın “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” romanını okuyup hüzünlenir, belki de Haşek’in “Aslan Asker Şvayk”ını okuyup kahkahalar atardık.

Arkadaşım, umarım ki sağ salim, bir zarar görmeden, kimseye de bir zarar vermeden dönersin de, bunları yüz yüze konuşuruz.

Fırtınadan sonra

Agos, 7 Aralık 2007

Türkiye Ermenileri, 1915 Felaketi’nde evlatlarını kurban verdikten sonra, o kara günlerden geriye kalanların 1922-23’te toplu halde Avrupa’ya veya Ortadoğu ülkelerine kaçışına, büyük göçe de tanık olmuş, bu şiddetli darbelerin etkisiyle tükenmiş, mecalsiz kalmış bir topluluktu.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, büyük bir çoğunluğu İstanbul’da yaşayan 70-80 bin kadar Ermeni, benzer koşullar altındaki Rum ve Yahudi nüfusla birlikte bir yandan ayakta kalmaya çalışıyor, bir yandan Türkleştirme siyasetiyle boğuşuyor, bir yandan da ülkeye olan sadakatini her gün, her an, yeniden ve yeniden kanıtlamak mecburiyetinde bırakılıyordu.

Ermenice basın üzerindeki ağır baskılar, 1908-1912 arasındaki özgürlük döneminde 200 kadar gazete ve dergi yayımlayıp önemli bir kültürel sıçrama yaşayan İstanbul Ermenilerinin, büyük sıkıntılar altında yayın yapan birkaç gazeteyle yetinmesi sonucunu doğuruyordu.

Tek parti rejimi, toplumsal baskıların ve ilan edilmemiş, keyfi yasakların çağıydı. Lozan Antlaşması’nın sağladığı bütün güvencelere karşın, Ermeni toplum yaşantısının can damarı olan derneklerin kapılarında paslı birer kilit asılıydı. Ermenice oyunlar sahneye konamıyor, toplu kültürel etkinlikler bin bir güçlükle düzenleniyordu.

Bu durumun biraz olsun değişebilmesi için, karanlık II. Dünya Savaşı yıllarının asık suratlı koridorlarından geçmek gerekecekti.



Nor Or: Bir gazeteden fazlası

II. Dünya Savaşı sona ererken, savaş yılları boyunca tarafsızlık adı altında Nazi Almanyası’na göz kırpan, Varlık Vergisi, Yirmi Sınıf İhtiyat Askerlik gibi ayrımcı uygulamalarla gayrimüslim yurttaşların tepesinde boza pişiren “CHP Devleti”, Nazizmin altındaki zeminin kaymakta olduğunu görünce, çeşitli politik açılımlar yaparak demokratik ülkeler safına katılmanın yollarını aramaya başlamış, hatta Şubat 1945’te, iş işten geçtikten çok sonra Almanya’ya savaş bile ilan etmişti.

Savaşa girmemesine rağmen altı yıl boyunca yıkımı çok yakınında hisseden, açlık, karaborsa, zorunlu çalıştırma, sansür gibi prangalarla dört bir yanından baskı altına alınan Türkiye toplumu, savaşın sona ermesiyle yüzünü göstermeye başlayan güneşin verdiği umutla silkinecekti. 1945’te, başta Demokrat Parti olmak üzere pek çok siyasi parti kuruldu, CHP ise 1925’ten beri benimsediği katı siyasetten uzaklaşacağına dair sinyaller vermeye başladı.

İşte bu rüzgârlar sayesinde bulutların dağılmaya başlaması, yirmili yaşlarındaki üç genci, Aram Pehlivanyan, Sarkis Keçyan (Zanku) ve Zaven Biberyan’ı, kendilerinden bir önceki kuşaktan Avedis Aliksanyan’la birlikte muhalif bir gazete çıkarmaya teşvik edecekti. Gazetenin adı, bütün dünyayı sarmış olan yeni bir başlangıç hissini, insanlığın önünde serili yeni hayata dair umudu ifade ediyordu: Nor Or (Yeni Gün).

Her biri sosyalist ideale gönülden bağlı olan bu isimler, Nor Or’da hem dünyadaki ve Türkiye’deki adaletsizliklere karşı çıkacak, hem de Türkiye Ermeni toplumu içerisindeki haksızlıklara karşı mücadele verecekti.

Sirkeci Ebusuud Caddesi 5 numaradaki mütevazı merkezinde haftalık olarak yayın hayatına başlayan ve daha ilk sayılarından itibaren toplumun çeşitli kesimlerine, bu arada siyasi iktidara keskin eleştiriler yönelten Nor Or, Cumhuriyet döneminde Ermeni toplumu içinden yükselen en keskin ses olarak büyük beğeni kazanacak, ancak bunun yanı sıra şimşekleri de üzerine çekecekti.

Yaşamın her alanında, siyasette, toplumsal yaşantıda, edebiyatta, “köhnemiş zihniyet”e başkaldıran Nor Or’cular, kâh Nazım Hikmet’in 1920’lerde “Putları Yıkıyoruz”da yaptığına benzer bir şekilde Ermenice edebiyatın “romantik” klasiklerine karşı seslerini yükseltiyor, kâh Ermeni okullarında okuyan yoksul öğrencilerin hakkını arıyor, kâh devletin gayrimüslim vakıflarını istediği gibi manipüle etmesini sağlayan “tek mütevellilik” sistemine meydan okuyordu.

Boynu bükük kalmış Ermenice edebiyatın 1945 sonrasında irili ufaklı meyveler vermesini sağlayan kuşağa mensup pek çok yazar ve şair Nor Or sütunlarından geçti. Hagop Mıntzuri, Vartan Gomikyan, Keğam Sevan, Haçik Amiryan, Yetvart Ağamyan, Haygazun Kalusdyan, Vartan İhmalyan, Yervant Gobelyan, Zahrad, Nor Or’u salt siyasi bir gazete olmaktan çıkarıp, yazarların son eserlerini sergileyip dostları ve okurlarıyla buluştuğu bir mahfile dönüştürdüler.

Nor Or sayfalarında Mayakovski’den, Gorki’den, Eluard’dan, Aragon’dan, Sabahattin Ali’den, Orhan Veli’den Ermeniceye yapılan her çeviri, gazetenin okurları için farklı dünyalara açılan birer pencereydi.

Bütün bu çabalar, bu çevrenin sonraki yıllarda Nor Oryan Serunt (Nor Or Kuşağı) diye anılmasını, adeta bir edebi-siyasi akıma dönüşmesini sağlayacak bir dinamizmin, adanmışlığın ve ümidin eseriydi.



Yazılmayı bekleyen bir hikâye

İlk sayısı 21 Temmuz 1945’te yayımlanan Nor Or, gördüğü yoğun ilgi üzerine bir yıl sonra gündelik olarak çıkmaya başladı. Ancak aynı sıralarda Demokrat Parti meclise muhalefet partisi olarak girmiş, siyasi ortam giderek gerilmeye başlamıştı.

Aralık 1946’da İstanbul’da ilan edilen sıkıyönetim sonucunda, Ses, Gün, Yığın, Dost gibi Türkçe gazetelerle birlikte Nor Or da kapatıldı. Türkiye sol hareketiyle ilişki içindeki Avedis Aliksanyan, Aram Pehlivanyan, Zaven Biberyan, Vartan İhmalyan, Jak İhmalyan, Barkev Şamikyan, Hayk Açıkgöz tutuklanıp hapse atıldılar.

1950’de, Tebi Luys (Işığa Doğru) gazetesini çıkaran Rupen Maşoyan ve Yervant Gobelyan Nor Or’culardan kalan mirası zenginleştirmeye gayret ettiler. İlginçtir, bu ikili neredeyse yarım asır sonra Agos’un kuruluşunda da önemli rol oynayıp alınteri dökecekti.

Hapse girmiş veya takibata uğramış Ermeniler olarak Türkiye’de yaşama olanakları giderek kısıtlanan Pehlivanyan, İhmalyan kardeşler, Sevan, Zanku, Aliksanyan, Ağamyan, Amiryan yurtdışına, Halep’e, Beyrut’a, Paris’e, Yerevan’a göçmek zorunda kaldılar.

İstanbul Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve edebiyatı o günkü kadar verimli, canlı bir ortamı bir daha yaratamadı. Nor Or’cular, 19. yüzyıldaki görkemli edebi yeniden doğuş hareketinin, uzağa, bereketli tarlanın en kenarına, taşların, yabani otların arasına düşmüş, bu yüzden de geç yeşermiş tohumlarıydı.

Bu dönemin, bu kuşağın hikâyesi yazılmayı bekliyor.

Bir konferansın ardından

Agos, 30 Kasım 2007

Geçtiğimiz hafta sonu, İzmir Selçuk’ta 9. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı toplandı. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) ortaklaşa düzenlediği konferans, daha önceki buluşmalarda yer alarak tartışmalara değerli katkılarda bulunan Hrant Dink’e ithaf edilmişti ve ‘Hrant’tan Sonra Türkiye’de İnsan Hakları’ başlığını taşıyordu.

Çeşitli siyasi gruplara veya sivil toplum kuruluşlarına üye kırk kadar katılımcı, iki gün boyunca, Türkiye’de insan hakları mücadelesinin bulunduğu noktaya dair tespitlerini aktardılar, fikir alışverişinde bulunup tartıştılar. ‘Otoriter yönelimler ve insan hakları ihlalleri’, ‘milliyetçilik ve ırkçılık’, ‘hınç ve linç kültürü’, ‘düşünce ve ifade özgürlüğü’ alanlarında yürütülen çalışmalar, 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde, İHD ve TİHV tarafından kamuoyuyla paylaşılacak.

Türkiye insan hakları hareketi, bir yandan acil eylemler gerektiren yakıcı bir gündemin baskısı altında bulunurken, bir yandan da insan haklarını kavramsal açıklığa ve düşünsel zenginliğe ulaştırma ihtiyacını hissediyor. Tanıl Bora, açılış konuşmasında bu durumu “İnsan hakları hareketi, itfaiye görevlileri veya cankurtaranlar gibi her daim hazır ve nazır olmak, ihtiyaç duyulduğunda her yere koşmak zorunda” sözleriyle açıklıyordu.

Konferansın toplandığı günlerde, İstanbul’da Feyzullah Ete polis tekmesiyle öldürülüyor, İzmir’de Baran Tursun “dur ihtarına uymadığı” gerekçesiyle polis kurşunuyla vuruluyor, Demokratik Toplum Partisi hakkındaki kapatma davası tartışılıyordu.

Türkiye, itfaiyecilerin ve cankurtaranların uğraşması gereken sorunların dağ gibi yığıldığı bir ülke.


Düşünce özgürlüğü ve çoraklaşan Türkiye

Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz. TC Anayasası, 25. madde

Agos adına çağrılı olduğum 9. İnsan Hakları Hareketi Konferansı’nda ‘Düşünce ve İfade Özgürlüğü’ çalışma grubunda yer aldım. Bu grupta tartışılan konuları kısaca özetlemek istiyorum.

“Düşünce” kişinin kendini gerçekleştirme yolundaki iç potansiyelinin en önemli taşıyıcısı olduğundan, bireylerin özerklik alanı içerisindedir ve sınırlanamaz. İfade özgürlüğü ise demokrasilerde toplumsal var oluşun temelidir. Çeşitli şekillerde sınırlandırılabilir, ancak bu sınırlar, uluslararası insan hakları standartlarının ötesine geçen kısıtlamalar olmamalıdır. Zira, standart-ötesi her kısıtlama insanın özgürce düşünebilmesinin önüne engeller koyduğundan, bu en temel insan hakkının ihlali anlamına gelir.

DTP’lilerin son günlerde maruz kaldığı, Kürt halkının siyasi temsilcilerini kıskaca alma hedefiyle “Söyle bakalım, PKK terörist mi, değil mi?” dayatmasında cisimleşen saldırıların da etkisiyle, “düşünce özgürlüğü” ve “ifade özgürlüğü” kavramları arasındaki ayrım üzerinde durmak elzemdir. Zira ifade özgürlüğü “susma hakkı”nı da içerir. Bir insanı düşüncesini açıklamaya zorlamak, onun özerklik alanına tecavüzdür.

İfade özgürlüğünün sınırı, kişinin başkalarının özerklik alanına müdahale edip etmediğiyle belirlenir. Ancak bu sınır belirlenirken, çeşitli kurumların –mesela Silahlı Kuvvetler’in– “manevi şahsiyeti” veya bazı değerlerin “kutsal”lığı dikkate alınamaz. Zira, kurumlar ve yapılar kişi olma vasfı taşımazlar; ayrıca, kutsallık, tümüyle öznel bir değer algısının sonucu olduğu için, yargıda keyfiliğe kapı açan bir değerlendirme ölçütüne dönüşme potansiyeli taşır.

İfade özgürlüğü, toplumda azınlık konumunda bulunanları, etnik ve dinsel grupları, kadınları, eşcinselleri, baskın olan gruba karşı koruma işlevini yerine getirmelidir. Bu grupları tehlike ve tehditlerden korumak için bir “Ayrımcılık Hukuku”nun tesis edilmesi, demokratik toplum anlayışının ön koşullarından biridir. Buna koşut olarak, kamusal güç ve iktidarı elinde tutanlar hakkındaki eleştiriler daha geniş bir ifade özgürlüğü perspektifiyle değerlendirilmelidir.

Türkiye’de ifade özgürlüğü sorunu, Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) “Türklüğü aşağılama” suçunu düzenleyen 301. maddesine indirgenemeyecek kadar yaygın bir nitelik taşıyor. TCK’nın 1. maddesi kanunun amacını “kişi hak ve özgürlüklerini” korumak olarak belirtse de, mevzuatta aksi yönde düzenleme ve mütalaalarla ifade özgürlüğü sınırlandırılıyor, birey ve gruplar hukukun korumasından mahrum bırakılıyor. Anayasa’da yurttaşlık hak ve özgürlüklerinin belirlendiği bölümden, Ceza Kanunu’na kadar pek çok hukuk metni, ifade özgürlüğünü ihlal niteliği taşıyan düzenlemeler getiriyor.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki yasaklar, kişi ya da grupların, kimlikleri, cinsel yönelimleri vs. nedeniyle baskı altına alınması ile birleşerek, hem şiddetin meşrulaşmasına hizmet ediyor, hem de bireylerin “tehlikeli” düşünceleri ifade etmekten kaçınarak kendilerini oto-sansüre tâbi tutmaları sonucuna doğuruyor. Bu da, uzun vadede, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, toplumsal iklimin çoraklaşmasına, düşünce dünyasında tektipleşmeye yol açıyor.


Türkiyeli aydınların Hrant’ı

Konferans süresince grup çalışmalarının, ortak sohbetlerin vazgeçilmez konularından biriydi Hrant Dink. Her tartışma dönüp dolaşıyor, ona göndermede bulunan bir önermeye, onun söylediği bir söze, içinde Hrant olan sıcak bir anıya dayanıyordu.

Sözü edilen sanki daha dün görüp şakalaştığımız, tartışıp kızdığımız, hâlâ aramızda olan bir dostumuzdu.

Hrant, belki başka hiç kimseye nasip olmayacak kadar çok konuşuluyor, adeta bizimle birlikte yaşamaya devam ediyor. “Biz Hrant’la Mardin’deyken…”, “Bir gün biz Hrant’la…” diye başlayan yüzlerce anı dilden dile dolaşıyor, yayılıyor.

Mithat Sancar’ın geçtiğimiz gün Birgün’de dile getirdiği gibi, “sınırları çoktan aşan, çıkarıp yüreğini Türkiye’nin ortasına koyan” Hrant Dink, Türkiyeli aydınların belleğinde, o pirüpak mücadelesiyle, hiç çıkmayacak bir iz bıraktı.

Yine de, ta Ocak ayında sorduğumuz soru hayatiyetini koruyor:

Onun dört koldan verdiği mücadeleye sahip çıkabilecek, bir gün “Hrant hepimiz için öldü…” diyebileceğimiz o düş-ülkeyi hep birlikte kurabilecek miyiz?

Bu kitap bize ters!

Agos, 23 Kasım 2007

İlk ve ortaöğretimde kullanılan ders kitaplarının, hele tarih kitaplarının hali, Türkiye toplumunun yaşadığı sorunların köklerinin nerelere uzandığını göstermesi bakımından ibretlik.

Ülkedeki fikirsel çoraklığın, eleştirel düşünceye kapalılığın, şiddete olan eğilimin, bu kitaplarda vaaz edilen ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” düsturunda cisimleşen tek yönlü, etno-sentrik (biz-merkezci), içe kapanık zihniyetle bağını kurmak hiç de zor değil.

Öğrencinin tarihsel olaylara daima ulus, ulusun çıkarları, ulusun düşmanları çerçevesinde bakıp paranoyalarla yetişmesine neden yazıya (bu kitap bize ters olan, etnik, dinsel, cinsel grupları hiyerarşik bir yaklaşımla ele alarak ayrımcılık tohumları eken ders kitapları, eğitim aracı olmaktan çok, çatışmaların körükleyicisi işlevi görüyor.

Buna karşın, Tarih Vakfı’nın yürüttüğü alternatif ders kitapları çalışmaları kapsamında 2004’te yayımlanan “20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi” ders kitabı, ehil üyelerden oluşan yazı ve değerlendirme kurulunun çabalarıyla, bilimsel ve evrensel ölçütlere göre hazırlanmış barışçıl bir örnek.

İşte tam da bilimsel ve evrensel ölçütlere göre hazırlanması hasebiyle olsa gerek, kitap, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu’nun onayını alamıyor, okullarda okutulamıyor.

Öğrencilerin, öğretmenlerin, velilerin ve meraklıların kitabı bireysel olarak edinmeleri önünde ise –neyse ki!– herhangi bir engel yok. (Tarih Vakfı 212 227 37 33)

Lisede tarih dersi

Agos, 23 Kasım 2007 

Üsküdar’daki Surp Haç Lisesi’nde okurken, İnkılap Tarihi derslerimizde Kurtuluş Savaşı’nı işlediğimiz haftalardan birinde, mutlaka ‘Milli Mücadele Sırasında Kurulan Zararlı Cemiyetler’ konusu üzerinde dururduk.

Her biri kötü emeller güden ve bunları gerçekleştirmek için hiçbir fesat fırsatını kaçırmayan Kürt Teali Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Etniki Eterya Cemiyeti, Mavri Mira Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti adlarını artık ezberlemiştik.

Bir de tabii, bu cemiyetlerin yanında iğreti durduğundan mıdır bilinmez, nedense hep en sonda gelen ‘Zaven Efendi’nin Çalışmaları’ başlığı olurdu.

‘Zaven Efendi’ denince aklıma hep, Kurtuluş’taki eski evimizin yakınlarında terzilik yapan, yaşını almış, halis muhlis Müsü Zaven’in gelmesine engel olamasam da, o başlık altında anlatılanları artık öğrenmiştim. Ders kitabımızda mealen şunlar yazıyordu:

“Mondros Mütarekesi, bağımsız Ermenistan hayalinin gerçekleşmesi için önemli bir adım olmuştur. Ermeni Patriği Zaven Efendi, bağımsız bir Ermenistan kurulması için bir teşkilat kurar, silah, mermi ve para yardımları toplar, düşman ülke dışişleri bakanlarıyla, başbakanlarıyla görüşmeler yapar, bütün bunları yaparken de Rum Patriği’yle birlikte hareket eder.”

İşte o ‘Zararlı Cemiyetler’ konusunu işlediğimiz derslerde, sıra en sondaki ‘Zaven Efendi’nin Çalışmaları’ başlığına her geldiğinde, biz, 14-15 yaşlarında kızlı erkekli bir sınıf dolusu Ermeni çocuğu, olanca soğukkanlılığıyla bize ders anlatan öğretmenimiz Ahmet Bey’in yüzüne, yüzündeki her kasa, her mimiğe dikkat kesilir, içine gömüldüğümüz o yüzde, tarih öncesinden gelip bizi böyle zor durumlarda bırakan ‘Zaven Efendi’nin Çalışmaları’ karşısında duyduğumuz suçluluğu hafifletecek babacan, hoşgörür bir ifade, “Boşverin çocuklar, bunlar eski hikâyeler, sizi de beni de hiç bağlamaz. Kafanıza takmayın...” anlamına gelebilecek bir kıpırtı, bir işaret, bir ışık beklerdik.

Milli Eğitim tarafından atandığı o Ermeni okulunda ne aradığını bir türlü bilememiş öğretmenimiz Ahmet Bey istifini bozmaz, bizlere değil de uzaklara bakarak, tane tane konuşurdu:

“Mondros Mütarekesi, Ermenistan’ın kurulması ortamı için önemli bir adım olmuştur. Ermeni Patriği Zaven Efendi, bağımsız bir Ermenistan kurulması için bir teşkilat kurar, silah, mermi ve para vs. vs. vs.”

Ahmet Bey âdeti olduğu üzere hecelerin üstüne basa basa konuşurken, o sınıftaki Ermeni çocuklarının çelimsiz sırtlarına da basar, orada bir güzel tepinir, sonra da geldiği gibi, ardına bakmadan geçer giderdi.

Milli eğitim müfredatı tarafından kimliğinin bütün unsurlarından soyundurulup ‘vatan haini’ kisvesi giydirilmiş Zaven Efendi’nin kim olduğu, neden bu kadar kötü şeyler yaptığı üzerine bir kez olsun düşünmemem, o günlerin ezilmişliğinin etkisi olsa gerek.

Sahi, kimdi bu Zaven Efendi?



Zaven Efendi!

79. İstanbul Ermeni Patriği Başpiskopos Zaven Der-Yeğyayan’dı. 1869’da Bağdat’ta doğmuş, Armaş’taki (bugünkü Akmeşe) ruhban okulundan mezun olmuş, rahip olarak takdis edilmiş, İstanbul’da öğretmenlik, Erzurum, Van ve Diyarbakır’da ruhani önderlik görevlerinde bulunmuştu.

Eylül 1913’te, 85 meclis üyesinden 64’ünün oyunu alarak Patrikliğe seçilmişti. Milli eğitim müfredatının dışında kalan tarih, onu “zor yılların patriği” olarak kaydeder. Patrikliği sırasında halkının Anadolu topraklarından silindiğine tanık olmuş, bu felaketin önüne geçebilmek için çalmadık kapı bırakmadığı için Osmanlı hükümetini kızdırmış, Ağustos 1916’da İttihatçılar 455 yıllık İstanbul Patrikliği’ni lağvedip onu da sürgüne göndermişti. Zaven Efendi, Bağdat yolunda, halkının yaşadığı trajediyi kendi gözleriyle görmüştü.

İstanbul’a ancak İttihatçı liderler ülkeyi terk ettikten sonra, 1919’da dönebildi. Tehcir ve katliam kalıntısı halkının dertleri dağ gibiydi. İlk olarak yardım faaliyetlerinin organize edilmesi işine soyundu. İstanbul’da kurulan kamplarda, hayatta kalabilmiş dulların ve çocukların karnının doyurulabilmesi için çaba gösterdi. Paris’teki barış görüşmeleri sırasında, Ermenilere bir milli yurt verilmesi ihtimali belirince Avrupa’ya gitti, alicengiz oyunlarıyla dolu diplomasi koridorlarında halkına bir yurt dilendi. 1922’de İstanbul’u terk etmek zorunda kaldı ve 1947’de Bağdat’ta hayata veda etti. Ölmeden birkaç hafta önce, ‘Badriarkagan Huşerıs’ (Patriklik Anılarım) adlı hatıratının basımını görebildi.

Zaven Efendi, Bağdat doğumlu Başpiskopos Zaven Der-Yeğyayan’dı. Patriklik koltuğuna oturduğunda ateşten bir gömlek giymiş, felaketin en yakın tanığı olmuş, yaşarken cehennemi görmüş, zor yılların patriğiydi.

"Herkese tavsiye ederim!”

Agos, 16 Kasım 2007

Eylül 2005’te Bilgi Üniversitesi’nde toplanan ‘Ermeni Konferansı’ndaki konuşmasında Hrant Dink söylüyordu bu sözleri:

“Bazen bana soruyorlar. ‘Türkiye’de Ermeni olmak nasıl bir şey?’ Şaşırıyorum, düşünüyorum taşınıyorum, bir türlü içinden çıkamıyorum. Ne diyeyim? Ben de diyorum ki: ‘Vallahi çok güzel bir şey. Herkese tavsiye ederim!’ “

*

Hrant Dink’in kendine özgü zekâsının ve mizah duygusunun eseri bu muzip yanıt o gün salonda bulunan herkesi kahkahalarla güldürse de, Türkiye’de Ermeni olmak, dün olduğu gibi bugün de, sırtınıza vurulmuş bir yumurta küfesiyle yaşamak anlamına geliyor.

Vebali size ait olmaması gereken büyük günahınızı, Ermeniliğinizi, İsa’nın Golgota Tepesi yolunda sırtlandığı ağır çarmıh misali yüklenmiş, çevrenizde nefret ve aşağılama dolu bir kalabalıkla, kendi kişisel Golgota’nızın peşine düşmek…

Türkiye’de bir Ermeni olmak, Kireneli Simun gibi vicdanlı insanların çıkıp sırtınızdaki çarmıhı taşımanıza yardım edeceği günlerin umuduyla yaşamak demek belki de en çok…

Hrant Dink’i kendi Golgota’sına çıkamadan, kendi çarmıhıyla hesaplaşamadan aramızdan aldılar. Çarmıh bugün Agos’un, Dink ailesinin, Arat Dink’in, Sarkis Seropyan’ın omuzlarında.

Geçmişte, o çarmıhla birlikte yaşamanın ne feci bir yazgı olduğunu başkaları da yaşayarak görmüştü.

Onlardan birini; gazeteci, hikâye ve roman yazarı Zaven Biberyan’ı analım bu hafta.


Zaven Biberyan: Edebiyatın peşinde bir çilekeş

İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1941’de, gayrimüslimler Yirmi Kura Askerlik adı altında askere alınırken, Zaven Biberyan da “Anadolu dağlarında, İzmir’den Gürcistan sınırına, Karadeniz’den Adana’ya ve Hatay’a,” Nafıa takımlarında, tam 42 ay çadırlarda konaklıyor, açlığa ve sıtmaya karşı savaşarak çile dolduruyordu.

Ortaöğrenimini gördüğü Kadıköy’deki Saint Joseph Fransız Lisesi’ndeki kültürel ortamın etkisiyle o güne dek Fransızca hikâye ve roman denemeleri yapan Biberyan, o çadırlarda Ermenice kitapları ve sözlükleri hatmederek anadilini geliştirdi. Nafıa takımıyla Akhisar’da bulunduğu sırada tanıştığı Jamanak (Vakit) gazetesi sahibi Ara Koçunyan’ın telkiniyle Jamanak’ta yazmaya başladı. Askerden döndüğünde, yaklaşık kırk yıl sürecek inişli, çıkışlı, maceralı bir edebiyat yolculuğuna adım atacaktı.

1946’da çok-partili rejime geçme çabaları doğrultusunda basın üzerindeki denetim gevşetilince, Biberyan bir grup sosyalist arkadaşıyla birlikte Nor Lur (Yeni Haber) gazetesini kurdu. Türkçe basında, Ermenilerin Nazilere yardım ettiği yolundaki yayınlara tepki olarak kaleme aldığı “Artık Yeter!” başlıklı yazı nedeniyle cezaevine girdi. Serbest bırakılınca, daha sonra Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından kapatılacak olan Nor Or (Yeni Gün) gazetesinde çalışmaya başladı. Bir yazısı nedeniyle yargılanıp beraat etmesine karşın, polisler peşini bırakmıyor, çalıştığı gazetelere baskı uygulayarak işten çıkarılmasını sağlıyordu.

Biberyan bu baskıdan kurtulmak için Beyrut’a gitti ve orada üç buçuk yıl boyunca çeşitli Ermenice gazetelerde çalıştı. Türkiye’ye döndükten sonra Ermenice basılan neredeyse tüm yayın organlarında, Jamanak’ta, Marmara’da, Tebi Luys’ta (Işığa Doğru), Nor Tar’da (Yeni Yüzyıl) çalıştı.

Biberyan, eserlerinde bireyler arasındaki ve bireyle toplum arasındaki çatışmaları ele alıyordu. Romanlarında manevi değerleri aşınmış burjuva sınıfını ve sınıf atlama arzusunu kıyasıya eleştirirken, hikâyelerinde evsizlerin, işsizlerin, yoksulların dünyasına giriyor, okuru İstanbul’un izbe köşelerine, sokak aralarına götürüyordu.

Hazindir, sınıf meseleleri karşısında alabildiğine hassas yazarlık terazisi onu hem mensubu olduğu İstanbul Ermeni toplumunun, hem de ülkenin hâkim güçlerinin nezdinde “istenmeyen adam” yapmaya yetiyordu.

Her satırına sinmiş öfkesiyle, bireysel ve toplumsal düzlemdeki olağanüstü tahlil becerisiyle tam anlamıyla bir başyapıt olan Mırçünneru Verçaluysı’nda* (Karıncıların Günbatımı), ülkedeki siyasi gelişmelerin gölgesinde bir Ermeni ailenin adım adım yok oluşunu anlatır Biberyan. Eleştirmen Marc Nichanian, 1985’te Paris’teki Haraç (İleri) gazetesinde yayımladığı bir makalede bu yapıtı Ermenice romanın doruk noktalarından biri olarak tanımlayacaktır.

Gorki, London, Sinclair, Flaubert, Balzac gibi yazarların eserlerini, Aram Andonyan’ın Balkan Savaşı’nı Türkçeye kazandıran mahir bir çevirmen de olan Biberyan, polis baskısı nedeniyle hiçbir işe giremediği bir dönemde, Mahmutpaşa yokuşunda iç çamaşırı satarak geçimini sağlamaktan da çekinmedi. ‘T’ şeklindeki bir tahta üzerine astığı çamaşırları satarken, kim bilir aklından neler geçiyordu?

Yaşadığı sıkıntıları belki en iyi, dostu Hrant Paluyan’a yazdığı bir mektupta kaleme aldığı şu satırlar dile getirir: “Samimiyetle itiraf etmeliyim ki, bugün, Ermenice yazma kararı vermiş olmaktan ötürü pişmanım. Eğer yirmi yaşındayken bir Ermeni yazarı olmanın ne anlama geldiğini bilseydim, ‘Mademki Ermeni’yim, Ermenice yazmalıyım’ diye düşünüp Fransızcayı bırakmazdım.”


‘Haybehasıl Dırtad’ anlatıyor*

“Duygu mu? Hangi duygu var ulan sizin dünyanızda? Hangi ahlak var? İki kuruş fazla kazanmak için yapmadığınız aşağılık var mı? Sen tüccarsın. Araban var, sen araban için neler feda etmezsin! Karın bir duygu için kürkünü feda eder mi? Bir mücevher için feda etmeyeceği şey var mı? Delikanlı, sen kendini kandırıyorsun. Ne sanıyorsun hayatı? Bono imzalamak mı sanıyorsun? Sen kendinden, işinden, hayatından memnunsun. Hayattan, dünyadan, dünyanın düzeninden. Her şeyden memnunsun. Bu da senin hiçbir şeyden tat almadığını gösterir. Saman gibi adamsın. Anlamaz etmez, bir şey bilmezsin hayatta, bir şey sevmezsin; çünkü hiçbir şeyi lanetlemezsin. Ne sever, ne sevilirsin. Kafandaki sünger işlemeyen cinsten. Hayatın ne rezil bir şey olduğunu aklından geçirmemişsindir… Hastalıktan, ölümden korkmazsın. Sağlığını satın almak için Avrupa’ya bile gidebilirsin. Eğer ölüm kapımı çalarsa, pazarlık eder, bir çek imzalarım dersin, değil mi?”

• Zaven Biberyan, Babam Aşkale’ye Gitmedi, İstanbul: Aras, 1998, s. 93-94.

Kadim mesele: Adem-i merkeziyetten öz yönetime

Agos, 9 Kasım 2007

Demokratik Toplum Partisi’nin (DTP) 26-28 Ekim’de Diyarbakır’da düzenlediği kongreden çıkan “demokratik özerklik” önerisinin ve bunun büyük medyada tartışılma biçiminin, bundan yüz yıl öncenin Ermeni Sorunu’yla gösterdiği paralellikler, kaderin garip bir cilvesi mi acaba?

DTP, “Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt Sorunu’nun çözümü” için topladığı kongrenin sonuç bildirgesinde yaklaşımını şöyle ortaya koyuyor:

“(H)er ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır. Kongremiz, ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını ‘ demokratik özerklik’ biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”

Olası yanlış anlamalara ve bilinçli çarpıtmalara karşı supap niyetine, sonuç bildirgesinde bir de şu cümle yer alıyor:

“Bu yapı federalizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez; merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir.”

DTP’nin izlediği siyaseti beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ancak ortada Türkiye’nin geleceği adına üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir ‘öneri’ olduğu açık. Çorak, adeta apolitik Türkiye siyasetinde pek sık rastlamadığımız türden bir öneri.

Ermenilerin umudu ve hayal kırıklığı

1908’de, Sultan Abdülhamid istibdadına son veren İttihatçıların gerçekleştirdiği devrime en büyük destek, yıllardır katliamlar ve siyasi baskı altında inleyen Ermenilerden gelmişti. Bu destek, temelde, daha özgür bir rejim, Anadolu’da silahlı Kürt aşiretlerinin saldırılarından korunma, Abdülhamid döneminde el konan, Ermenilere ait mal ve toprakların iade edilmesi taleplerine dayanıyordu.

Ermenilerin beklentisi, kanlı bir despot olarak gördükleri Abdülhamid’in iktidarını yıkan İttihatçıların bu sorunları çözeceği yönündeydi.

Bu beklenti, adem-i merkeziyet (Ermenicede ‘abagetronatsum’, DTP metnindeki “öz yönetim” veya desantralizasyon) ilkesinde vücut buluyordu. 1908 öncesinde Jöntürk hareketinin önderlerinden olan Prens Sabahaddin’in ideologluğunu yaptığı adem-i merkeziyet ilkesi, özellikle Ermenilerin nüfusça yoğun olarak yaşadığı altı Anadolu vilayetindeki sorunların çözümü yolunda kilit öneme sahipti.

Bugün resmi tarih tarafından 1908-1915 döneminde tümüyle legal bir siyaset yürüttükleri gözlerden kaçırılmaya çalışılan Taşnak ve Hınçakların dahi rejimle barışık bir çizgide ilerlemeleri, idari yapılanmanın adem-i merkeziyet esasına göre yeniden örgütleneceği, dolayısıyla zikredilen sorunların çözüleceği yolundaki umutla ilgiliydi.

İttihat ve Terakki, izleyen yıllarda adem-i merkeziyet ilkesini uygulamaktan kaçındı. Prens Sabahaddin önce tasfiye, sonra pasifize edildi. İttihatçılar iktidarda güçlendikçe Ermenilere verilen sözleri unuttu, Ermeni vilayetlerinde öz yönetimi güçlendirmenin ileride özerklik ilanına zemin hazırlayacağı korkusuyla, reform taleplerini daima geri plana itti. 1914 yılında uluslararası koşulların dayatmasıyla, iki yabancı genel valinin kontrolünde gerçekleşecek bir reform taahhüdüne girmiş olsa da, I. Dünya Savaşı’nın çıkmasını fırsat bilip, bu planı tarihin çöplüğüne göndermekten çekinmedi.

Sonrası hepimizin malumu: Tehcir, katliamlar, Anadolu Ermenilerinin kökünün kazınması.

Barışın dili?

DTP’nin, demokratik bir öz yönetim yapısı kurulması yönündeki önerisi, büyük medyada genellikle ayrılıkçı, bölücü bir proje olarak değerlendirildi. Anlı şanlı kalemler, sunulan metni, ayrıntılı bir şekilde incelemeden, Güneri Civaoğlu’nun yaptığı gibi “İşte... DTP’nin ‘ayrı bayrak, ayrı meclis; dış politika ve maliye dışında hizmet alanlarıyla sınırlı ortak yönetimi öngören, ayrı hükümet’ bildirisi” sözleriyle değerlendirmeyi, velhasıl yangına körükle gitmeyi tercih ettiler (Milliyet, 31 Ekim).

1908-2007… 1915-?.

Türkiye, Kürtlerin barışçı talep ve önerilerine kulak tıkamanın, yüz yıl önceki karabasanları tekrar yaşamamıza yol açabileceğini görmemekte diretiyor.

Hep birlikte, kanın değil barışın dilini inşa edebilecek miyiz?



Teferruat

AKP’li Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in, PKK tarafından Dağlıca çatışmasında esir alınan sekiz askerin iade edilmesinden üzüntü duymakta buluşması, yaşamı değil ölümü kutsallaştıran hâkim zihniyetin iki uyanık siyaset adamı ağzıyla dışavurulmasıdır.

Şahin ve Perinçek’in bu hissiyatta yalnız olduğunu düşünmeyelim. Hrant Dink’ in aramızdan alınmasına neden olan toplumsal ruh iklimi kartopu misali büyüdüğüne, pek çok farklı kesimden insanı içine alarak yaygınlaştığına göre, milyonlarca Türkiye yurttaşı bu iki siyasetçiyle ortak duyguları –tabii buna ‘duygu’ denebilirse!– paylaşıyor, onlarla ‘nefretdaşlık’ ediyor.

Mehmet Ali Şahin ve Doğu Perinçek, farklı cümlelerle de olsa, aynı militarist bakış açısının gereğini söylüyor: “Bu askerlerin esir alınması neyse de, serbeste bırakılması psikolojik harekât açısından çok kötü oldu, keşke örgüt bunları öldürseydi. O zaman toplumdaki hareketliliği azdıracak yeni kahramanlarımız olurdu!”

Dünyaya militarist gözlüklerle baktığınızda, işte böyle, bir canın ölümden kurtulup kazanılması kayıp, bir canın kaybedilmesi de kazanç haline gelebilir.

Militarizm bir kez içinize sindi mi, yirmi yaşındaki gençlerin hayatlarından, evinizin sıcak salonunda çayınızı yudumlayarak oynadığınız satranç oyununda rakibinizin filini almak için atınızı feda etmişçesine soğukkanlılıkla söz edebilirsiniz.

Ne de olsa, söz konusu vatansa, gerisi teferruattır!