Krizle büyüyen yangın

“Türkiye Cumhuriyeti, birliğine, bölünmez bütünlüğüne yönelen bölücü teröre karşı haklı savaşımını, son terörist yok oluncaya kadar, ulusuyla, Türk Silahlı Kuvvetleri’yle, tüm güvenlik birimleriyle kararlılık içinde yürütecektir.”
“Son terörist yok oluncaya kadar…” Bu sözler, elinde ‘joystick’iyle düşmanları birer birer haklayarak savaş kazanıldığını sanan, dünyayı bilgisayar oyunlarından ibaret gören bir çocuğa değil, Cumhurbaşkanı Sezer’e ait.

Yaşıyor, görüyoruz; Kürtlerin hak talepleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin yoksulluğu, yıllardır devlet kademesinde salt bir güvenlik ve iç tehdit sorunu çerçevesinde değerlendiriliyor. Sivil toplumdan gelen demokrasi ve insan hakları taleplerini bastıran, buna karşın ortak yaşam kültürü adına hiçbir adım atmayan bu zihniyet, başı her sıkıştığında şiddet dozunu artırmaktan da çekinmiyor.

Çoğulcu, katılımcı bir siyasi rejim inşa etmek yerine, birlik, bölünmez bütünlük söylemleriyle sorunu halının altına süpürenler, ayrımcılığın toplum içerisinde yıllar yılı kök salmasına seyirci kalarak en büyük suçu işlediler. Gelinen noktada, toplumdaki bölünmüşlük, bütün Kürtlerin terörist ve düşman olarak algılandığı, fevkalade tehlikeli bir yola girdi.

Abdullah Öcalan’dan bağımsız bir siyaset tesis edemeyen Kürt siyasilerin de gelinen noktada büyük sorumluluğu var elbette. Ancak, her hak talebini şiddetle bastırmaya programlı devlet aygıtının, demokratik ifade yollarına fazla açık kapı bırakmadığı da unutulmamalı.

Ülkede kriz giderek doymak bilmez bir ateş halini alıyor ve karşısına çıkan her şeyi içine alarak büyüyor. Rejimin AKP iktidarına muhalefeti, cumhurbaşkanlığı seçimi kaosunu fırsat bilip darbeye davetiye çıkaran bir yangına yol açmıştı. O yangın hızla büyüdü ve şimdi, savaş çığırtkanlarının gayretleriyle, ülke dışına sıçramak için fırsat kolluyor.

22 Temmuz’da sandıktan çıkacak sonuca etki etmeyi hedefleyen, güncel sorunlar karşısında ise sözünü sakınmayan özgürlükçü-sivil bir perspektifi savunmak, bugün her zamankinden daha elzem görünüyor.


Bir alıntı

Askeri hayat birinin diğeri üzerinde otorite sahibi olmasından ibarettir. İşin kötü tarafı, herkes çok fazla otorite sahibidir: Bir astsubay sırf canı öyle istediği için erlerin canına okuyabiliyor. Teğmen aynı şeyi onbaşıya, yüzbaşı teğmene, binbaşı yüzbaşıya yapıyor ve böylece çekiver uzasın. Herkes otoritesinden emin olduğu gibi, onu kötüye kullanmaya da alışmıştır.

İşte size basit bir örnek: Talimden dönüyoruz ve yorgunluktan ölü gibiyiz. Derken efendim, birdenbire, marş okumamızı emrediyorlar. Biz kendimizi zar zor taşıyabiliyoruz. Sonuç çok cansız söylenmiş bir marş oluyor. Bunun üzerine ceza olarak bizi hemen geri döndürüyorlar ve bir saat daha talim yaptırıyorlar. Dönüşte, marş söyleme emri yineleniyor; hep bir ağızdan söylüyoruz.

Şimdi sorarım size, bütün bunların ne anlamı var? Hiç! Bu derece kudret sahibi olmak komutanın başını döndürmüş, hepsi bu! Kimse onu suçlamayacak, aksine, sert olduğu için aferin alacak.

Erich Maria Remarque, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1929)
15 Haziran 2007

Hiç yorum yok: