Faili malum

Biletinizi kestirip kapıdan karanlığa adım attığınız andan itibaren, yaşadığımız dünyanın koyu renklere bürünmüş, küçültülmüş bir temsiliyle karşı karşıya olduğunuzun farkındasınız. Ondan kaçmanın yolu yok, tıpkı dünyadan kaçıp gidemeyeceğiniz gibi.

İzleniyor, fişleniyor, karanlık koridorlarda dolanıyorsunuz, yolunuzun nereye çıkacağını, hangi kayıp ruhla karşılaşacağınızı bilmeden. Olup bitene müdahil olmak, yazgınızın kara kalemini elinize almak, hiç olmadı bütün o canlar gibi yitip gitmek istiyorsunuz. Ama orada seyirciden başka bir şey değilsiniz.

Kameralarıyla, polisiyle, muhbiriyle her nefes alışınızı izleyen iktidarın ayağınıza bağladığı bukağılardan kurtulmaya çalışmanız nafile. Hapsedildiğiniz, kendinizi hapsettiğiniz hücrelerden, kimliklerinizden, sürüden kendinizi ayırmak için çıktığınız yüksek tepelerden kurtulmaya çalışmanız nafile. Hepsi ardınızdan gelecekler.

Katran karası kederlere gömülü ruhlar, sürgünlükten kurtulmak için, bir şefkatli elin dokunuşunu bekliyor, bir çift tatlı sözün okşayıcı mırıltısını. Yaşanan acıların, unutulmuşlukların, umursamazlıkların yüküyle kabuk bağlayan vicdanlar, birer kurşun ağırlığınca taş zemine çökerken, umutlar Kaf dağının ardından belli belirsiz ışıldıyor.

*

Çıplak Ayaklar Kumpanyası’nın 10 Haziran akşamı garajistanbul’daki ‘Faili Meçhul’ performansı (konsept: Mihran Tomasyan), kaybettiğimiz insanlarımızı bir kez olsun hatırlamaya, onların boşlukta asılı resimleriyle kalpten kalbe söyleşmeye davet ediyordu bizleri.

Kapkara uçan balonlara iplerle tutturulmuş fotoğraflarda, pek çoğu ‘faili meçhul’ cinayetlere kurban gitmiş, sokak terörü nedeniyle can vermiş veya rejimin amansız şiddetinin hedefi olmuş yüzlerce insan, ruhlarının huzura erişmesi için onları gökyüzüne salmamızı bekliyordu adeta.

Kimler yoktu ki o gün yanı başımızda... 12 yaşında 13 kurşunla ölen Uğur Kaymaz da, vaktiyle bir buçuk metre yüksekliğinde bir duvardan düşüp öldüğüne inanmamız istenen Metin Göktepe de, Kürtçe şarkı söyleyeceğini ilan ettiği için ülkeden sürülüp gurbette ölen Ahmet Kaya da, hastalığının tedavisi için yurtdışına çıkması gereken, ama yetkili mercilerin pasaport vermemesi yüzünden hayatını kaybeden Ruhi Su da, günlerden bir gün gözaltına alınıp bir daha kendisinden haber alınamayan Hasan Ocak da, Sivas’ta kızgın alevler ve kara dumanlar arasında kalıp can veren Hasret Gültekin de, bir akrabasının tecavüzüne uğrayıp hamile kaldığı için aile meclisi kararıyla kurşun yağmuruna tutulan Güldünya Tören de, yurt dışına çıkmak üzereyken Bulgaristan sınırında bir MİT elemanı tarafından vurulan Sabahattin Ali de oradaydı.

Başkaları, yüzleri hepimize tanıdık gelen ama adlarını bilmediğimiz, şu gün şu anda bile memleketin bir apartman katında ardından sessizce gözyaşı döken bir ana-babası, bir kardeşi, bir sevgilisi olanlar da oradaydı. Onlar, o umut dolu, masum bakışlarıyla yanı başımızda büyürken, bizler, koruyamadığımız bütün kayıpların yükü sırtımızda, düşüncelere dalıyorduk: Sahi, ne kadar çok insan kaybetmiştik biz.

(fotoğraf: Sibil Çekmen)
15 Haziran 2007

Hiç yorum yok: