Kökünü derine salmış bir ağaç: Sürmelyan

Trabzon’da doğdu, 1905’te. Felaket günleri gelip ailesi büyük yürüyüşe başladığında, o, komşularının yanına sığınıp kurtuldu. Erivan’da, Nor Bayazıd’da, Karakilise’de, Batum’da yetimhanelerde kaldı. Mütareke döneminde İzmit’teki Armaş okulunda, daha sonra İstanbul’da, Getronagan’da okudu. 1922’te kentteki bütün yetimler yurtdışına gönderildiklerinde onun bahtına Amerika düştü. Bir eczacının çocuğuydu ama Kansas City Üniversitesi’nde ziraat okuyacaktı.
Yakınlarının büyük kısmını Büyük Felaket’te kaybetmiş, bin bir badireden sonra kendisini Yeni Dünya’da bulmuş bu yeniyetmenin tercihini ziraatçılıktan yana kullanmasının bir sebebi vardı elbet. O sebebi yine en iyi kendi şiiri anlatır.

Ölülerime haç olsun diye diktim ben bu ağacı.

Levon Zaven Sürmelyan, ömrü boyunca gittiği her yerde kayıp yurdunun hayalini yüreğinde taşıdı. Taşlı Ermenistan toprağını yeşil bir vahaya çevirmek, kendi cennetini orada yeniden yaratmak için, iyi bir ziraatçı olmak istedi. Kendisi gibi yerinden yurdundan edilmiş Ermenilerin, yeni Sivaslar, yeni Maraşlar, yeni Antepler kurduğu Los Angeles’ta ziraat profesörü unvanı aldı. Ermenistan’ı birkaç kez ziyaret etti ama oraya hiç yerleşemedi, elde orak ve sabanla o kıraç toprağı bayındır, dört başı mamur bir yurda dönüştürme hayalini gerçekleştiremedi.

Ermenice yazı ve şiirleri daha küçük yaşında gazetelerde yayımlanmaya başlamış, ünlü Hagop Oşagan’ın övgüsüne mazhar olmuştu. Manevi babası şair Vahan Tekeyan’ın yol göstericiliğinde şairliğe kararlı adımlar attı. Ama doğduğu yerde kendisine reva görülenleri bütün insanlıkla paylaşma arzusu onu İngilizce yazmaya itti. 1945’te kendi hayat hikâyesini yazdı ve kitaba I Ask You, Ladies and Gentlemen (Size Soruyorum, Bayanlar ve Baylar) adını verdi.

Ünlü yazar William Saroyan, kitabı, “hasımlarını çılgına çevirircesine hayatta kalan, (...) dünyaları yok edilen ama yine de yaşamaya devam eden” bir neslin gerçek hikâyesi olarak, “harap edilmiş hayatları tamir etme” çabası olarak selamlayacaktı.

Sürmelyan eserinde 1915 öncesinde Trabzon’daki yaşamı, ailesini, babasının eczanesini, komşularını, Türk oyun arkadaşlarını, ailesinin çıktığı “ölüm yürüyüşü”nü, Rum ailelerin yanında saklanarak hayata tutunuşunu, Kafkasya’nın çeşitli kentlerindeki yetimhanelerde yaşadıklarını, adeta bir büyünün içindeymişçesine yaşadığı İstanbul’u ve oradan Amerika’ya gidişini anlattıkça anlattı...

O, felaketten ve en şiddetli olaylardan bahsederken dahi çocuksu iyi niyetini, temiz kalpliliğini yitirmedi. Saroyan’ın, “Eğer bir millete ait olsalardı, çocuk milletine ait olurlardı” sözleriyle andığı kardeşlerinin ve arkadaşlarının dramından evrensel bir tragedya çıkarmayı başardı. Trabzon’daki mutlu çocukluk günlerinden söz ederken de, hiç bilmediği yollarda kurtuluşunun ardından koşarken de, yetimhanelerdeki can yakan yokluğu anlatırken de, hep aynı umut ve merhamet duygusuyla yüklendi kalemine.

Memleket hasretiyle içi yanan bir başka şairin, Nazım Hikmet’in Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı misali “budak budak, şerham şerham” döktü içindekileri:

“Ermenistan’ın güneşi altında / koca yeşil dallarıyla / Bir ağacım ben / ayaklarım sağlam / yılanlar gibi / dolanır kutsal topraktaki haçkarların* arasında / ve kollarımı rüzgâra vermiş / İsa gibi dikilirim / dağın başında”

(* haçkar: Ermeni kültüründe önemli bir yeri olan, büyük taşlardan oyulmuş bezeli haç)

22 Haziran 2007

Hiç yorum yok: