Bir ömür İstanbul Sürgünü

“Aman doktor!” dedi, “Ne olur çabuk kurtar beni şu bademcik belasından. El çabukluğuyla yap ki hemen köyüme dönebileyim.”

Köyünden çıkmayı hiç istememişti aslında. Bıraksalar İstanbul’a senelerce gitmez, bana mısın da demezdi. Her yıl ekimin 15’inden nisanın 15’ine köy okulunda öğretmenlik yapıyor, sonrasında ayaklarına çarığı, üzerine de bol beyaz tarla kıyafetlerini geçirip tam bir çiftçi oluyordu. Kendisine yazıp çizecek, düşünecek daha çok vakit bırakan bu rutini kente tercih ediyordu. İstanbul’da okuduğu okullarda, Ecole Française’de, Getronagan’da, hele Robert Kolej’de edindiği sonsuz edebiyat merakını, köydeki yaşantısıyla uyumlu hale getirmeyi becerebilmişti.

İşte şimdi, Fırat kıyısındaki köyünden çıkmış, Trabzon’a varmış, oradan İstanbul’a giden bir vapura kendini atmış, çocukluğunda Beşiktaş’ta fırıncı çıraklığı yaptığı payitahta yedi yıl sonra ilk kez ayak basmıştı. On bir gün çekmişti yol, aylardan kasımdı. Daha iki ay önce, Haç yortusunda karısı Voğıda bir erkek çocuk doğurmuş, adını da Haço koymuşlardı. Aklı köyündeydi: “İki gün kalırım en fazla, yirmi-yirmi beş güne kalmaz buradayım, merak etmeyin” demişti ayrılırken.

Kıpçik denilen minik kaya havuzlarında çimme keyfini uzatıp bademciklerini üşüttüğü güne bir daha lanet etti. Başka yerde olsa idare edebilirdi belki, ama onun yaşadığı yörelerde kışa iltihaplı bademcikle girilmezdi. Girilirse, o mini mini bademcikler insana hiç aman vermez, koca koca yiğitleri bile güçten düşürür, yatağa bağlardı.

Gazetelerde “ağrısız bademcik ameliyatı” ilanlarını görüp de gittiği Doktor Uncuyan işin bittiğini söyleyince çok sevindi. Kolay olmuştu. Doktora bin kez teşekkür etti, yirmi kuruş ameliyat ücretini ödedi. Bahçekapı taraflarında, Sanasaryan Han civarındaydı. Galata’ya varmak, vapura yetişmek ne kadar sürerdi ki! Koşar adım çıktı muayenehaneden. Rıhtıma yaklaşırken iyice hızlandı, çarptığı insanlardan özür bile dilemeden koştu. Gecikmişti. “Yirmi beş dakika oldu,” dediler, “Şimdi Büyükdere taraflarındadır.”

Armıdanlının o kasım günü İstanbul’da kalakalışı işte bu yirmi beş dakika gecikme yüzündendir.

Diğer vapur bir hafta sonra olduğu için, babasının Üsküdar’da hayvan yemi sattığı dükkâna döner. Başıboş dolandığı günlerde tellallar hükümetin seferberlik çağrısını duyurmaya başlar. Yirmi sekiz yaşındadır, hemen askere alınır. Fırıncılık yapmış olduğu için Anadolu yakasındaki askeri birliklere ekmek dağıtma işine verilir. Dur durak bilmeden çalışırken, aklının bir köşesinde hep ailesi vardır. Anadolu’nun her yerinden Ermenilerin tehcir edildiği haberleri gelmeye başlamıştır. Mayıs ayından sonra ailesinden, karısından, dedesinden, anasından, dört çocuğundan bir daha haber alamaz. Fırat’ın suları, ya da kim bilir, Der Zor’un kumları koca ailesini yutmuştur.

Hagop Demirciyan, nam-ı diğer Hagop Mıntzuri, o çok sevdiği uzun yürüyüşlere benzer uzun bir hayat sürer, 1978’e dek yaşar. Bir sürgün yeri olarak bellediği İstanbul’dan bir daha hiç ayrılmaz. Bir kez daha evlenir, bir kez daha çoluk çocuğa karışır. Yemcilik, fırıncılık, kâtiplik yapar. Hep yazar. Kayıp ülkesinin, zihnine en ince ayrıntısına dek nakşolunmuş hatıralarını, memleketinin insanını, hangi milletten olduklarına bakmadan canlandırır öykülerinde. Kitapları ve gazetelerde kalmış yazılarıyla Ermenice edebiyatın 20. yüzyıldaki en parlak isimlerinden biri olur. Ailesinin başına gelenleri, ancak ömrünün sonlarına doğru, yandaki sütunda okuyacağınız cümlelerle aktarır, kısaca, sessizce.


Mıntzuri’nin kaleminden

“1915 yılı nisan ayında İstanbul’daki Anadolulu Ermenilerin tehciri başladı. Ben zaten askerdim. Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanamadı. Üçüncüsünde, “Burada değiller, bilinmeyen bir yere yollandılar” diye cevaplandı. Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı. Annem Nanig elli beş, çocuklarım Nurhan altı, Maranig dört, Anahid iki, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem Zıvazeğ çeşmesine kadar gidemezdi. (…) Evlerinin kapısını kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar. Evinizden, sizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Artık çalışabilir misiniz? İşlerinizi, içeri dışarı sürdürebilir misiniz? Ben askerdim, emir altındaydım. Bırakırlar mıydı ki oturayım? Akşama kadar ortada olmak zorundaydım.

(…) Üsküdar’dan, Selimiye Kışlası’ndan, kıyıdaki Kavak İskelesi’nde bulunan askeri fırına veya Devecioğlu’ndaki bizim fırına, Karacaahmet Duvardibi yollarında ne kadar gittim geldim. Seninkileri aklına getirme, kov aklından! Ne yediler, nerede yattılar? Düşünme! Ben, ölmeyip bu 1977 Eylül’üne kadar yaşamamı, bir ‘yirmi beş dakika’, evet yirmi beş dakikacık gecikmeye borçluyum.”

(Mıntzuri’nin Ermenice ‘Değer Ur Yes Yeğer Yem’ kitabında yer alan bu bölüm, Türkçe olarak, Tarih Vakfı’nın yayımladığı ‘İstanbul Anıları’ kitabında Silva Kuyumcuyan’ın çevirisiyle yayımlandı.)

11 Mayıs 2007

Hiç yorum yok: