Tılgadıntsi, Harput’un güneyindeki Tılgadin (Huylu) köyünde doğmuş (1860), okumayı köyünün okulunda sökmüştü. Küçük yaşta babasını kaybedince annesi onu Harput’taki Sımpadyan okuluna gönderdi. İstanbul gazetelerinde yayımlanan edebi eserleri yudum yudum içiyor, onlara öykünerek hikâyeler, şiirler yazıyordu. Yetenekliydi, kendi sesini, üslubunu bulması uzun sürmedi. Genç yaşına karşın dönemin iki önemli gazetesi Masis ve Arevelk’te (Doğu) yazılarının çıkması onu teşvik ediyordu. Bu iki gazete, özellikle Arevelk, Ermenice edebiyatta o güne dek hâkim olan romantik akıma karşı daha realist, daha toplumcu bir çizgiyi savunuyordu. Ömrünü hep taşrada, Ermeni köylüsünün arasında geçiren Tılgadıntsi, Peder Mıgırdiç Hırimyan ve onun öğrencisi Karekin Sırvantzdiyants’ın açtığı taşra edebiyatı yolundan ilerledi ve belki de o yolu en çok geliştirip derinleştiren yazar oldu.
Tema olarak hep köy hayatının çeşitli boyutlarını seçti. Heyecan verici iniş çıkışlar, kimi zaman ince bir hüzün, çoğunlukla da mizah ve hiciv damladı kaleminden. Kadınları boğan ahlakçı baskılardan, köhnemiş geleneklerden, din adamlarının yetersizliğinden, köy okullarında verilen eğitimin boşluğundan, sadece bir fotoğrafını gördüğü koca adayıyla evlendirilmek üzere Harput’tan Amerika’ya gönderilen genç kızlardan söz etti. Halkının sorunlarıyla ilgilendi daima, özellikle de toplumsal adaletsizlikle. Köylü nüfusun geri kalmışlığının nedenlerine ve bunların korkunç sonuçlarına parmak bastı. Abdülhamid döneminde, toplumsal sorunlara duyarlı her Ermeni yazar gibi takibatlara uğradı. Sorunların göbeğinde okul müdürlüğü yaptığı halde yazmayı sürdürmesi siyasi gücün öfkesini çekmesi için yeterliydi. Özellikle 1894-96 katliamlarından sonra dul kadınların ve yetimlerin içine düştüğü sefaleti, keskin gözlem yeteneğinin eseri canlı fırça darbeleriyle resmetmekten çekinmedi. 1903’te, elle tutulur herhangi bir suçlama olmaksızın, dokuz ay cezaevinde tutuldu.
Tılgadıntsi’nin yetiştirdiği öğrenciler arasından pek çok yazar çıktı. En ünlüleri, 24 Nisan 1915’te İstanbul’da diğer aydınlarla birlikte tutuklanıp daha sonra öldürülen Siverekli Rupen Zartaryan’dır. Her biri daha sonra Ermenice edebiyatın önde gelen isimleri arasında sayılacak Penyamin Nurigyan, Vahe Hayg, Hamasdeğ (Hampartzum Gelenyan), Vahan Totovents de ondan ciddi olarak etkilenmişti. 1913’te, Ermeni alfabesinin icadının 1500. yıldönümü kutlamalarında “Madem Ermenice harflerimiz, edebiyatımız var, hiç ölmeyeceğimize, yok olmayacağımıza emin olabiliriz” diyen bu büyük yazar ve öğretmen, 1915’te Harput’ta tehcir ve kırım günleri gelip çattığında Müslüman bir dostunun evinde saklanmayı başardı, ancak kısa sürede yakalandı. Bu sırada karısı ve yedi çocuğu Der Zor yollarına çıkarıldı. Tılgadıntsi, temmuz ayında Harput’un dışında katledildi, ailesinden de sağ kurtulan olmadı.
Payitahttan taşraya gerçekçi edebiyat
19. yüzyılın son çeyreğinde ‘Ermeni realitesi’ni çevreleyen toplumsal ve siyasi olayların etkisiyle şekillenen Gerçekçilik akımı, İstanbul’da yayımlanan Arevelk (Doğu) gazetesi sütunlarında gelişip serpilirken Ermenice edebiyata da yeni bir yön veriyordu. Anadolu’da Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı vilayetlerde hüküm süren kargaşa, güvensizlik ve ekonomik sıkıntılar pek çok Ermeni köylüsünün ekmek parası kazanmak amacıyla, yaşadıkları yeri terk edip başkente göç etmelerine yol açmıştı. Erkekleri bekâr odalarında, han köşelerinde yaşayıp hamallık, çöpçülük, sakalık gibi en düşük işlerde çalışan, kadınlarıysa zengin evlerinde hizmetçilik, sütanalık, hatta fahişelik yapan bu taşralı nüfusla İstanbullu Ermeniler arasındaki gerilimler, bu yeni edebiyatın itici gücü oldu. Toplumsal sömürüyü, adaletsizlikleri, bunlarla mücadele etme yöntemlerini sorgulayan bu kuşağın yazarları arasında Arevelk’in kurucusu Arpiar Arpiaryan, Ermeni burjuvazisinin ahlaki ikiyüzlülüğünü yargılayan Krikor Zohrab, taşralı göçmenlerin İstanbul’daki yaşantısını anlatan Melkon Gürciyan, kadınların sorunlarına dikkat çeken Zabel Asadur, alt sınıftan insanların mütevazı yaşantısını anlatan Dikran Gamsaragan, Levon Paşalyan, Yervant Sırmakeşhanlıyan gibi isimler dikkat çeker. İstanbul’da gelişmekte olan bu akım, taşradaki hayatı anlatan, öncülüğünü bir din adamı olan Mıgırdiç Hırimyan’ın yaptığı taşra edebiyatıyla paralel bir gelişim çizgisi izler.
Bir alıntı
Amerika’ya yerleştikten sonra kendine Harput’tan nişanlı isteyen her kimse, ana babasına, onlar yoksa akrabalardan birine yüklü bir para –yol ve nişan masraflarına yetecek bir meblağ– gönderir, memleketin terütaze bakirelerinden birini bulup bir an önce onunla birlikte yola düşmelerini, yok kendileri gelemiyorlarsa, o taze balıkçığı biriyle göndermelerini ister. İstediği gibi bir kız, istediğinden de fazlası bulunur. Zira uygun bir gelin adayı şu evde yoksa, öbür kapının ardında mutlaka iki üç tane vardır. Bu değerli malın sergilendiği hamam, kilise, yetimhane gibi vitrinlerde, vadilerde çiçek açmış zambaklara benzeyen, bugün yarın kırlardaki solmuş gelinciklere dönecek binlerce kız olurdu. (...) Pazarlık günü gelip çattığında, her şey yolunda gitsin diye, oğlan tarafındaki kadın, o anne veya akraba, öyle şarlatanlıklar yapar ki tatlı dilleri yılanı bile deliğinden çıkarabilir. Ah, gözbebekleri orada bir lordmuş, haftada şu kadar dolar kazanırmış, nice zengin kız peşindeymiş, ama o hepsini reddedip ille de memleketinden kız istiyormuş. O anne ya da akraba, birtanelerinin fotoğrafını çıkarıp kız sahiplerine verirken yaşını da ekler mutlaka, 28’ini geçkin ama daha 29 sayılmaz. Tosun gibi delikanlı, boss’unun da gözünün nuruymuş.
Hovhannes Tılgadıntsi, “Resimdeki Çocuk”, 1905
13 Nisan 2007
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder