Çeşit çeşit Parisli, çeşit çeşit İstanbullu olduğuna göre, insanın özüne dair, doğuştan gelen farklılıklar değil bunlar. Şehir, yaşadığımız coğrafya kimilerini başka, öbürlerini bambaşka etkiliyor nihayet. Peki, hangi İstanbul, hangi Paris? Benim Kadıköy, Beyoğlu, Şişli ana eksenli İstanbulumla, şu karşıda sigara içen kadının diyelim ki Bakırköy ağırlıklı yaşamı bir mi? Çiçeklerle bezeli Fontenay Aux Roses’dan ayda yılda bir çıkan yakınlarımın Paris’iyle, Arnouville’de belediye apartmanında yaşayan şu Cezayirli amcanın Paris’i?
Birkaç ay önce bu kenti ziyaret ettiğimde, Paris’te doğup büyümüş bir tanış adeta acıyarak şöyle demişti bana: “Size ait olmayan bir memlekette yaşıyorsunuz, sizin için üzülüyorum!” O güne dek İstanbul’un bana ait olup olmadığını hiç düşünmemiştim; yaşıyordum işte, üzerinde fazlaca durmadan. İsyan ettim tabii ki; beni etnik kökenimden, Türk olmayışımdan ötürü İstanbullu saymayan Parisli tanışla, aynı sebepten ‘yabancı’ gören Türkiyeli milliyetçiler arasında bağlar kurdum kafamda. İstanbul’a ait olup olmadığımı daha önce hiç düşünmediğime göre buralıydım, ben İstanbul’a, İstanbul bana aittik. Belki de insanın yaşadığı yere yabancılaşması tam da “ben buraya ait miyim (nereye aitim)?” sorusunu sormasıyla birlikte başlıyor. Balık deryayı bilir mi?
O günlerde okudum Roni Margulies’in Şiir, Yahudilik Vesaire kitabındaki satırlarını:
“Benim vatanım İstanbul, anadilim Türkçedir. Dolayısıyla, ben İstanbul’da kendimi yabancı hissetmem elbet. İnsanın hayatında bir açıdan en önemli günler olan, yaşlandıkça daha da önem kazanan günler, okul günleri, ilk aşk günleri, ilk dostluk, ilk içki, ilk hayal kırıklığı günleri, tüm önemli ilklerin günleri İstanbul’da geçti benim için. O da değişti, ben de değiştim, ama birlikte yaşadığımız günler değişemez. Ben İstanbul’da kendimi yabancı hissedemem. Ama yabancı olarak görüldüğümü biliyorum.”
İşte böylece anladım bir kimsenin nereye ait olduğunu ona bakan gözün belirlediğini. Sen kendini yaşadığın toprağa ait hissedersin, karşındaki adın Eleni olduğu için Yunanistan’a ait olduğunu düşünür. Oysa kentle kişi arasında hayatın her anında yeniden kurulan bir ilişki var. Yaşadığımız yeri şekillendirirken bir yandan da onun bize uygun gördüğü şekillere bürünüyoruz. Bu etkileşim sürdüğü, kuvvetlendiği ölçüde oralı oluyoruz, zayıfladığı sürece oralı olmaktan uzaklaşıp yabancılaşıyoruz. Yaşadığımız yerin havasını suyunu, yokuşunu düzünü, dününü bugününü dikkate almadan ona kendi koşullarımızı dayattığımızda veya aksine, ona kendimizden bir şey vermeden kökten bir şekilde uyum sağlamaya çalıştığımızda hissettiğimiz yabancılaşma aşılmaz bir duvar olarak dikiliyor karşımıza. Yaşadığımız yeri biraz olsun kendimize benzetmeden orayı sevemiyor, ona biraz olsun benzemeden de oralı olamıyoruz. Bu tür bir ilişki kurmaya talip olduğumuz ölçüde bir yere aitiz; orada doğduğumuz, Türk, Ermeni ya da Fransız olduğumuz için değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder