Sadakat, astlar ve üstler

TCK 301'le düzenlenen Türklüğe hakaret suçunun salt eli kalem tutanları ilgilendirdiği söylenebilir mi? Bu anti-demokratik yasa, yalnızca basın yoluyla işlenen suçlarla ilgiliymiş gibi algılansa da, yarattığı iklimin toplumsal hayata nüfuz etmesi, her tür ilişkiye sızması kaçınılmaz. En şiddetli örneğini Hrant Dink'in kaybıyla yaşadık; daha küçük ölçekli de olsa, “buralarda istenmiyorsunuz” yollu tehditlerle karşılaşmaya devam ediyoruz.

1923'ten bu yana, bir Türk ulusu yaratma projesi Müslüman toplulukları açık bir şekilde Türkleştirmeye, asimile etmeye çalıştı; gayrimüslimler ise daima ötekileştirildi. Görünürde, asimilasyon politikaları gayrimüslimler için de geçerliydi, ancak Türkleşmeye en istekli kesimlerin bile devlet memuriyetinden uzak tutulması, dinsel aidiyetin “Türklük” tanımının vazgeçilmez unsuru olduğunu gösteriyordu. Askeri okula yaptığı başvuru sırasında hakkında yapılan gizli soruşturma neticesinde büyükannesinin aslında Ermeni “dönmesi” olduğu ortaya çıkan ve bu sebeple geri çevrilen “Türk ve Müslüman” gençler olduğunu biliyoruz (bkz. Fethiye Çetin, Anneannem, Metis).

Gayrimüslimlerin Lozan Antlaşması'nda kendilerine tanınmış olan haklardan birkaç yıl sonra feragat etmeleri, okullarını, kiliselerini devlet denetimine açmaları, Türkçeyi bihakkın öğrenmeleri, vergi verip askere gitmeleri potansiyel tehlike olarak görülmeleri gerçeğini değiştirmedi. Çünkü sorun, bir avuç kalmış olan bu grupların nasıl yaşadığı değil, hâkim zihniyetin Türklüğü nasıl tanımladığıydı. Gayrimüslimlerden sadakatlerini her daim ispatlamalarının beklenmesi bundandır. “Sen bizden değilsin!” demenin en kestirme yoludur bu; bir tür gerilimli ast-üst ilişkisi, her fırsatta teyit ve yeniden tesis edilen. Yurttaş olarak sorumluluklarını yerine getirmek asla yeterli değildir, çünkü Yunanistan'la, İsrail'le, Ermenistan'la veya emperyalizmle ilişkili olma şüphesi sürekli yeniden üretilir. Bu suni şüpheyle çarpı(tı)lmış tarih algısı, onların bu topraklara ait olduğu gerçeğini görünmez kılar, bir arada yaşama geleneğinin üstünü kara bir kalemle silip bu grupları ötekileştirir.

Tarihçi Cemil Koçak Tarih ve Toplum dergisinin Bahar 2005 sayısındaki “Ayın karanlık yüzü: Tek-parti döneminde gayri müslim azınlıklar hakkında açılan Türklüğü tahkir davaları” başlıklı makalesinde, 1926'dan 1952'ye dek açılmış 554 “Türklüğe hakaret” davasını inceler. Bu örneklerde çoğunlukla, bir Müslüman'ın kişisel bir sorun yaşadığı bir gayrimüslim komşusunu/müşterisini “Türklüğe hakaret etti!” suçlamasıyla ihbar ettiğini ve söz konusu kişi hakkında TCK'nın 159. maddesi uyarınca dava açıldığını görürüz. Geçtiğimiz günlerde basında okuduğumuz, bir Yahudi yurttaşın apartman işleriyle ilgili bir sorun yaşadığı bir komşusu (bir emekli albay!) tarafından Türklüğe hakaret suçlamasıyla mahkemeye verilmesi haberi, 70-80 yıl önceye dönmekte olduğumuzu gösteriyor. Buradan bakıldığında, Türkiye demokrasisi tek-parti döneminin nâmevcut demokrasisinden daha gerçekmiş gibi görünmüyor zaten.

9 Mart 2007

Hiç yorum yok: