13 Ekim 2006 tarihli AGOS'ta, Fransa'da oylanan inkâr yasasıyla ilgili yazımızda “tarihsel araştırma konusunu, sosyal bilimlerde mutlak doğrular varmışçasına belli bir çerçeveye mahkûm etmek otoriter rejimlerin işidir” diyerek konunun düşünce özgürlüğü boyutuna dikkat çekmiş, parlamentoların, tarihsel bilgiyi pragmatik siyasal gelişmeler doğrultusunda boyunduruk altına almasına karşı olduğumuzu belirtmiştik. Ancak, İsviçre mahkemesinin verdiği cezanın ardından Perinçek'in bir demokrasi havarisi olarak sunulmasına, üstelik bu cezaya temel teşkil eden eyleminin ayrımcı ve aşağılayıcı özünün bilinçli bir şekilde gözlerden ırak tutulmasına itirazımız var. Açalım…
Son yıllardaki siyasi 'performans'ını şöyle bir göz önüne getirdiğimizde Perinçek'in Türkiye'nin demokratikleşmesinin önüne dikilen duvarların hepsine büyük bir hevesle taş, tuğla ve harç taşıdığını görürüz. TCK'nın 301. maddesiyle ilgili tartışmalardaki “kılına bile dokundurtmayız!” tavrıyla, İstanbul'da düzenlenen 'Ermeni Konferansı'na karşı eylemleriyle, Hrant Dink, Elif Şafak, Orhan Pamuk düşüncelerinden ötürü yargılanırken onları ‘emperyalizmin taşeronları’ diye suçlamaktaki ısrarıyla, askeri darbe yolundaki bitmeyen çağrılarıyla Perinçek, güdük kalmış demokrasimizi ve özgürlüklerimizi daha da kısıtlamak gerektiğini savunan görüşlerin siyasetteki en önemli temsilcilerindendir. Perinçek'in partisinin İstanbul il merkezinin Fener Rum Erkek Lisesi Vakfı'nın malı olduğunu, partinin işgal ettiği bu binayı bütün tebligatlara rağmen boşaltmadığını, vakfın AİHM'de açtığı davayı kazanmasının ardından da Perinçek'in “AİHM nedir? Bunların kararları Türkiye'de geçmez" (Radikal, 11 Ocak 2007) dediğini de, onun yukarıda özetlenmeye çalışılan siyasal tavrının billurlaştığı bir örnek olarak, geçerken hatırlayalım.
Perinçek'in Türk-Ermeni Sorunu ve 1915 Büyük Felaketi'yle ilgili tartışmalarda da saldırgan bir siyaset izlediğini görüyoruz. Onun, Mart 2006'da Berlin'de “Bayrağını al da gel!” sloganıyla düzenlediği “Ermeni Katliamı Yalanına Son!” yürüyüşünde, tehcir kararının baş planlayıcısı olan Talat Paşa'nın adını “büyük bir devrimci” olarak yüceltmesinde, hatta Sabancı Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada “Biz iktidara gelirsek buranın adını Talat Paşa Üniversitesi yapacağız!” çıkışında hep bu saldırgan üslup hâkim. Perinçek, Büyük Felaket sırasındaki Ermeni kayıplarından, Anadolu'nun Ermenilerinden arındırılmasından hiç söz etmeyip 'Ermeni Yalanı'ndan dem vurdukça, yaşananların hukuki veya tarihsel olarak nasıl adlandırılması gerektiği hakkında bir fikir tartışmasına girmek yerine, 'soykırım iddialarının reddi' adı altında, gerçekliği su götürmez irili ufaklı bütün katliamları reddetmiş, yaşananların üzerini bir kalemde çizivermiş oluyor. Bu üslup, ailelerini kaybetmiş, topraklarından atılıp dünyanın dört bir yanına savrulmuş Ermenilerin acılarını bütünüyle yok saymakla, dolayısıyla, barışçıl bir diyaloğa açık kapı bırakmamakla malul.
Unutmayalım ki, Perinçek'in yargılandığı ceza maddesi, Türkiye basınında iddia edildiği gibi “Ermeni Soykırımı’nın inkârını” cezalandırmıyor. Madde metni şöyle: “Her kim (…) insan onuruna saldırı oluşturacak şekilde bir kişi veya gruba yönelik ırkları, etnik aidiyetleri veya dinleri nedeniyle alçaltır veya ayrımcılık yaparsa; aynı nedenle, soykırımı veya insanlığı karşı işlenen diğer suçları kaba bir şekilde inkâr ederse, hafife alırsa veya haklılığını savunursa üç yıla kadar özgürlükten mahrum bırakılma veya para cezasına mahkûm edilir." Aradaki fark yeterince açık değil mi?
Siyasal söylemi anti-demokratik, muhafazakâr, militarist, şiddet yanlısı öğelerle bezeli Doğu Perinçek bir düşünce özgürlüğü ve demokrasi kahramanına dönüştürülürken, 1915'te yaşanan insanlığa karşı suçun kaba bir şekilde inkârından acı duyanların seslerine kulak tıkanması düpedüz hakkaniyetsizlik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder