Anadolu’nun dört bir yanında I. Dünya Savaşı’nın felaketlerle dolu günlerinden kalan Ermeni yetimlerin varlığı halk arasında daima bilinen, ancak asla yüksek sesle konuşulmayan konulardan biriydi. Ta ki, yürekli ve dürüst bir kadın çıkıp, kendi anneannesinin, binlerce benzerinden biri olan hayat hikâyesiyle Türkiyeli okuru vurgun yemişçesine etkileyene dek.
Fethiye Çetin, bundan yaklaşık üç yıl önce yayımlanan ‘Anneannem’ adlı kitabında anneannesi Seher’in, nam-ı diğer Heranuş’un başından geçenleri olanca samimiyetiyle anlattı. Heranuş’un, 1915’teki uzun yürüyüş sırasında annesi İsguhi’den, anneannesinden, iki kardeşinden Çermik yakınlarında jandarma zoruyla koparılmasının, Müslüman bir aile tarafından büyütülüp Seher adını almasının, evlenip çoluğa çocuğa karışmasının ve yıllar yılı sakladığı sırrını ömrünün sonunda torunu Fethiye’ye aktarmasının hikâyesini okuyanlar, bu büyük dramın insan ruhunda yaratabileceği fırtınalar üzerine düşünüyordu ister istemez.
‘Anneannem’, nineleri, dedeleri, o dehşet verici ifadeyle ‘kılıç artığı’ Ermeniler olan torunlar için bir umut ışığıydı. Çok okundu, büyük bir etki yarattı. Bugün çevremizde “Benim de ailemde Ermeni bir nine/dede vardı!” diyebilenler varsa, Fethiye Çetin’in ve artık hepimizin anneannesi olmuş Heranuş/Seher’in bunda büyük payı var.
Yandaki sütunlarda, Ermeni olarak doğmuş, 1915’lerde ailelerini kaybedip Müslümanlaşmış ama belki de Heranuş Seher kadar şanslı olamamış, ‘yerin kulağı vardır’ diye sırlarını kimselere açamamış iki güzel insandan, Ruhi Su ve Zehra Bilir’den söz ediliyor.
Mehmet Ruhi, Eliz Zehra
İnsanın, ana babasızlığını, öksüzlüğünü yıllar yılı sırtında ağır bir yük gibi taşıdığı halde derdini kimselere anlatamaması, gönül ferahlığıyla iki damla gözyaşı döküp yüreğini yıkayamaması ne güç bir haldir! İnsanın, ömrü boyunca, çocukluğu, doğduğu çevre ve ailesi hakkındaki her soruya kaçamak cevaplar vermek zorunda kalması, “anamla babam şunlardır, ben şuralıyım, aslım şudur” diyememesi…
Yıl 1984. Türkiye’nin en başarılı gazetecilerinden Zeynep Oral ‘Milliyet Sanat’ için soruyor, ömrünün son demlerini yaşamakta olan bir müzik çınarı, Ruhi Su yanıtlıyor, “Bunları şimdiye dek kimselere anlatmadım” diyerek…
“1912’de Van’da doğdu Mehmet. Anasını, babasını hiç tanımadı, bilmedi. Kendi deyişiyle, ‘Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan’dı. Çok küçüktü Van’dan Adana’ya bir ailenin yanına geldiğinde.”
Konuştukça konuşuyor “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı” Mehmet Ruhi Su. Öksüzlüğünü, garipliğini, müziğe vurgunluğunu, muhalifliğini, baskı görmüşlüğünü, mahpus düşmüşlüğünü, dünyaya dair umutlarını ve kırgınlıklarını anlatıyor Zeynep Oral’a.
Söyleşinin sonunda söz dönüp dolaşıyor, Ruhi Su geliyor başladığı yere, çocukluğuna. Bir neslin hayallerini müziğiyle beslemiş, türküleriyle, marşlarıyla umudu ete kemiğe büründürmüş, baskılara hiç boyun eğmemiş ama kaybolmuş çocukluğu hakkında hep lâl ü ebkem olmuş, dilsiz kalmış Ruhi Su, çekinerek konuşuyor. Çekinerek ama çok şey anlatacağını umarak, kısa ve öz konuşuyor:
“Demin anlattıklarımı kimselere anlatmadım. Öksüz olduğumu çok kimseye söyleyemedim. Toplumumuzda hâlâ aşiret anlayışı var. İlk iş ‘Kimlerdensiniz?’ derler. Kendini yetiştirmiş olmanın önemi hâlâ anlaşılamadı.”
Ermeni ana babadan doğmuş, Ermeniliği de, zavallı anası babası da 1915’te Van’da kırılmış, toprak altına girmiş, bir nüfus memurunun deftere işlediği Abdullah ve Huri adlarını ana baba bilmiş, yetimhanelerde büyümüş, garip, güzel sesli Mehmet Ruhi Su’nun hayatının itirafı – artık bir gözünün mezara baktığı zamanlarda nihayet söyleyip rahatladığı...
Bugün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor. Toprağı bol olsun.
*
Daha birkaç hafta önce kaybettiğimiz ‘Türkü Ana’mız Zehra Bilir, asıl adının Eliz Surhantakyan olduğunu bildiği için kendisini Ruhi Su’dan daha mı şanslı hissederdi acaba; anası babası, dayısı teyzesi, amcası halası hiç olmamış Mehmet Ruhi’nin aksine, hiç olmazsa biricik anasıyla birlikte büyüme şansını bulduğu için? Hiç karşılaşıp konuşmuşlar, aynı sırrı paylaşanlara özgü bir kardeşlik duygusuyla birbirlerine içlerini açmışlar mıydı?
Ruhi Su’dan bir yıl sonra, 1913’te, o zamanlar Mamüretülaziz’e (Elazığ) bağlı olan Arapgir’de doğar Eliz Surhantakyan. Hayat hikâyesinde “Babası I. Dünya Savaşı’na katıldı ama bir daha dönmedi” diye yazıyor. Sonra annesi ‘bir Türk’le evlenmiş, küçük Zehra Eliz de o adamı ‘baba bilmiş’. İstanbul’a gelince ‘bir şapkacı’nın yanında çalışmaya başlamış. Aynı hayat hikâyesi, ‘bir hocadan’ nota ve solfej dersleri aldığını da yazıyor, ‘bir hoca’nın ünlü Ermeni müzisyen Artaki Candan-Terziyan olduğunu söylemeden.
Halk şarkılarını, türküleri Batı formlarından yararlanarak günün koşullarına uygun bir tarzda seslendirmeyi şiar edinmiş Ruhi Su’nun hiç hazzetmeyeceği bir tarzda, geleneksel formları taklide dayanan otantik bir söyleyişi vardı Zehra Bilir’in. Bestekâr ve kanun sanatçısı Artaki Candan’dan dersler aldı; yöresel kıyafetleri ve güzel sesiyle hemen dikkat çekti, assolist olarak sahneye çıkan ilk halk müziği sanatçısı oldu, büyük ilgi gördü.
Gerçek adını, İstanbul’da tanıdığı Ermeni sanatkâr ve aydınlarına fısıltıyla söylüyordu ama kamu önünde hiç açıklamadı. İlk plakları Vahram Gesaryan’ın sahibi olduğu Sahibinin Sesi plak şirketinden çıktı. İstanbullu bir Ermeni ressama güzel bir resmini yaptırdı, Hagop Ayvaz’ın ‘Kulis’ dergisine defalarca konuk oldu.
Zehra Bilir’in Eliz Surhantakyan olduğunu bilen az sayıdaki insan, onu kalabalıkların önünde zor durumda bırakmamak için bu gerçeği dillendirmedi. Kim bilir, belki de zihinlerindeki ‘Türkü Ana’ resminin bozulmasını istemiyorlardı.
Bugün Zincirlikuyu Mezarlığı’nda yatıyor. Toprağı bol olsun.
*
Niyetimizin “Ruhi Su ve Zehra Bilir aslında Ermeni’ydi” diyerek bu iki büyük müzik insanının ardından kimlik avcılığı yapmak değil, insanları ömürlük suskunluklara iten bir insanlık dramına dikkat çekmek olduğunu hatırlatıp, bu yazıyı Zeynep Oral’ın güzel sözleriyle kapatalım:
“Bundan sonra, ‘Ruhi Su [ve Zehra Bilir] kimlerdendir?’ diye soran bir ‘aşiret reisiyle’ karşılaşırsanız, siz siz olun, ‘hayatı ve insanları kucaklayanlardandır’ deyin.”